12 Ocak 2013 Cumartesi
Altın Sarısı "7"
Doğu bloğu ülkeleri için zor zamanlardı. 70 yıllık Sovyetler Birliği’nin sonu gelmek üzereydi. Kağıt üzerinde özgürlüğüne kavuşacak bir çok millet için güzel günler yakındı. En nihayetinde tarihin en baskıcı hükümetlerinden birinin sonu gelmişti. Fakat, davulun sesi sadece uzaktan hoş gelirdi. Ukrayna, 1991’de bağımsızlığını kazanan devletlerden biriydi. Fakat onların göreceği güneşli günlerin üzerine Çernobil’deki nükleer facia adeta kara bir bulut gibi çekilmişti. Bu topraklarda yaşamak bile zorken, futbol oynamak, ayakta durabilmek imkansızdı. Fakat futbol kitabının en güzel satırları, işte böyle zamanlarda ayakta durabilmiş, rakip kaleye doğru topu kovalayabilmiş adamlardan oluşmuyor muydu? İşte onun hikâyesinin ilk yılları, böyle bir zamana tekabül edecekti. Kaderinin iki seçeneği vardı: Ya ona boyun eğecekti, ya da futbol kitabının sıradaki satırları onun “ayağından” gelecekti…
Patlamanın yaşandığı yıl olan 1986, Sheva için bir çok açıdan erken dönüm noktalarına denk geliyordu.O yıllarda Ukrayna’nın durumu düşünüldüğünde, spora devam edebilmek adına yegâne çözüm, bir spor akademisine girmekten geçiyordu. Lâkin Sheva için bu kapılar başarısız sayıldığı bir “top sürme” testinin ardından üzerine kapanacaktı. Daha sonra, bir gençler turnuvasında onu izleyen Dinamo Kiev scoutlarının ona davetiyesi, yerin dibine giren bir umudun yeniden filizlenmesine sebep olacaktı. Yani, yıllarca Yeşilçam filmlerinden alışık olduğumuz klasik Türk sineması dramatizasyon tekniği olan: “Önce çocuğun umutlarını çal, hayatını karart. Ardından olmadık bir anda bir mucize olsun, çocuk hayallerine kavuşsun.” Sıralaması, Sheva’nın ilk yıllarında bir İsviçre saati edasıyla işliyordu. Üstelik, alt yapıda geçirdiği 4.yılda, Liverpool efsanesi Ian Rush adına organize edilen bir turnuvada olacaktı. Turnuvanın ardından Ian Rush’ın ellerinden aldığı ödül, bir mistik çarpışma gibiydi adeta. Hayatının tek amacı gol atmak olan bir genç, hayatı boyunca gol atmış bir adamın ellerinden onun kariyerine yol haritası olacak ödülü alıyordu.
Alt yaş takımlarındaki yıllarının ardından, 1992’de nihayet Dinamo Kiev forması giyiyordu. Sovyetlerin dağılmasının üzerinden henüz sadece 1 yıl geçmişti. Hâliyle ülkede futbol, pek de iç açıcı değildi. Birkaç dominant takımın dışında rekabetten bahsetmek yanlış olurdu. Yine de Sheva ve Kiev’in birlikte geçireceği 5 yıl, muhteşem bir ortaklık olacaktı. Onları takip eden rakamlar, birlikteliği özetler nitelikteydi. 94-95’ sezonuna gelindiğinde Sheva, ligi 6 golle tamamlarken, Şampiyonlar Ligi’nde Barcelona filelerine tam 3 gol bırakacaktı. Ardından ertesi sezonu ligde 19 golle tamamlarken, Madrid karşısında yaptığı hat-trick, 10 Şampiyonlar Ligi maçında attığı 6 gol ve burada geçirdiği 5 sezonda kazandığı 5 lig şampiyonluğu bir Ukraynalı futbolcunun kariyeri boyunca dolduramayacağı CV’sine denk düşüyordu. Tıpkı, henüz genç yaşta okuldan atılıp ardından mucizevi buluşlara imza atan dahiler gibi Sheva, kapısından giremediği spor akademisine nazire edercesine 5 yıl içerisinde lokal seviyede kazanmadık şey bırakmamıştı. 1999 yazında Kiev onu Milan’a tam 25 milyon Dolar’a uğurlarken onun bavulunda “beşi bir yerdesi”, CV’sinde 60 golü ve iki ülkeyi birbirine düşürecek bir üslupla Barcelona ve Madrid ağlarına bıraktığı 6 gol vardı.
Sheva’nın sıradaki durağı, yabancı bir futbolcu -özellikle de forvet- için uyum sağlaması en güç olan İtalya’ydı. Çünkü bir İtalyanların pizza veya kıyafetten sonra yaptığı en iyi iş şüphesiz savunmaydı. Fakat, Milan’ın rekor bonservisle kadrosuna kattığı Sheva için senaryo böyle olmadı. O, ilk sezonunda çıktığı 32 maçta 24 gol atarken, Milan’a şampiyonluğu getiren etmenlerin de başında yer alıyordu. Sheva, durdurulamıyordu. 34 maçta attığı 24 gol bir yana, Şampiyonlar Ligi’nde 14 maçta 9 gol atarken Milan Şampiyonlar Ligi’ne erkenden veda edecekti. Altın sarısı saçlarının tamamladığı, altın sarısı 7 numarasıyla Sheva, bir Milanolu için kulağa en hoş gelen betimlemeydi. Bu hâliyle Sheva ve Milan’ın durdurulması güçtü. Lâkin bir forvet için rakip savunmacılardan çok daha tehlikeli bir şey vardı: sakatlık… Harika başladığı Milan kariyerinin 3. sezonunda, çıktığı 24 maçta fileleri sadece 5 kez havalandırabilecekti. Bu sakatlık, onun kariyerine vurulan ilk darbe olsa da, sezon sonunda Milan Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna ulaşırken Sheva bir çok futbolcunun gösteremediği vefayı gösterecekti. Zira futbolun yavaş yavaş paranın eline tutsak olduğu o günlerde, böylesi bir davranış şapka çıkartılacak cinstendi. O Dinamo Kiev forması giyerken takımın başında bulunan Valeriy Lobanovski,2002 yılında vefat etmişti. Kazandığı madalyayı onun mezarının başına koyan Sheva, sıradan bir şükran sunmuyordu o gün. Futbol, hâlâ sevilmesi gerektiren onlarca değeri barındırıyordu içinde. Yeteneği olan herkes topu tekmeleyebilirdi, böylesi bir hareket ise yetenekten fazlasını gerektirirdi. Tıpkı yazının başında değindiğim gibi, Sheva kariyeri boyunca yaptığı her hareketle futbol kitabının en güzel sayfalarından birini daima hak edecekti.
Takip eden sezonda Sheva, 2. kez Serie A şampiyonluğuna ulaşırken sezonu 24 gol ile tamamlıyordu. Sakatlığın “pergel daldığı” bu adam, ona da çalım atmayı başarmıştı. Aynı sezonu UEFA ve İtalya Süper Kupaları ile taçlandıran Sheva, aynı zamanda FIFA’nın oluşturduğu “Dünyanın En İyi 100 Futbolcusu” listesinde de kendine yer bulacaktı. Buna bir de “Avrupa’da Yılın Futbolcusu” ödülü ekleyin. Bu kadar başarının ardından kazandığı hiçbir altın hâlâ onun “altın sarısı 7 numarası” kadar değerli değildi. Onun Milan’daki son sezonu, bir çoğumuzun kaderiyle kesiştiği yıla tekabül eder. Ligde attığı 17 gol bir yana, işin bizi ilgilendiren kısmı şüphesiz ki Şampiyonlar Ligi ile ilgili olan kısımdır. O sezon finalin İstanbul’da düzenlenmesi, Türk futbol tarihinin en büyük başarılarından biriydi. Memleketin reklamı bir yana, Atatürk Olimpiyat Stadı gibi “lanet” bir yerin, Şampiyonlar Ligi’nin en görkemli finaline tanıklık etmesi gerçekten de büyük bir şanstı. Milan finalde Liverpool ile karşılaşmadan evvel, grup aşamasında Sheva Fenerbahçe’ye 4 gol atmıştı. Bugün hâlâ Liverpool taraftarlarının memlekette çoğunluğu oluşturmasının en büyük sebeplerinden biri budur. Maçın ilk yarısında Milan 3-0 öne geçerken, Türk halkı Sheva’ya nasıl bir beddua ettiyse, “şu sarışın çocuğun olduğu takım kazanmasın da, ne olursa olsun” havası, Liverpool’u 3-3’lük beraberliğe, ardından da şampiyonluğa taşıyacaktı. Fakat kaybedilen şampiyonluk bir yana, belki de Shevchenko çok daha büyük bir şeyi kaybetmenin eşiğindeydi. San Siro’yla bütünleşmesi öyle bir hâl almıştı ki, “Paranın satın alamayacağı tek şey benim.” dediğine dair söylentiler yayılmaya başlamıştı. Fakat öyle olmayacaktı. “Futbolun katili” Abramovich, onu tam 31 milyon Sterlin’e Chelseali yapıyordu. Abramovich ve Chelsea’nin politikası “endüstriyel futbol” akımını başlatırken, düşünmesi en iğrenç futbol felsefesinin de mimarlığını yapıyordu: Sahadaki her futbolcuya paha biçilebilir, para da tüm sevgilerin önüne geçebilirdi. Miktar önemli değildi. Shevchenko, 2006 yazında kendisini resmen Chelseali yapan imzayı atıyordu.
Bu imza, lanetli bir bulut gibi onun peşinde dolanmaya devam edecekti. Chelsea formasıyla çıktığı ilk maç, kariyerinin en büyük şokunu yaşadığı Liverpool’a karşıydı, o golünü attıysa da mavililer 2-1’le sahadan mağlup ayrıldı. İlk Premier Lig golünü Middlesbrough’ya karşı atıp kariyerindeki 300. gole ulaşırken, Chelsea sahadan bir kez daha mağlup ayrılacaktı. Burada geçirdiği 2 sezonun ona kattığı tek şey ağarmaya yüz tutmuş saçları, boşa geçen yıllarıydı. Cebi dolmuştu fakat, futbol onun için burada yürek doyurmuyordu. Burada 2 sezon boyunca kaldıysa da, sadece 9 gol ile yetinmişti. Abramovich’in “pastasının çileği” olan Sheva, tam bir hayal kırıklığıydı. Chelsea onu diriltmek için ucuzca bir hamle yaptı: Onu Milan’a kiralık gönderdi. Para için anılardan vazgeçen bir adamın burada tekrar dirilmesi olanaksızdı. Zira, San Siro’da bir grup kesimin de onu kabullenmeye niyeti yoktu. Zaten dirilmesi de imkansızdı. Tıpkı baba ve oğul arasındaki o kutsal ruh gibi, onun Milan’la arasındaki her şey, anılardan ibaret kalmıştı. Gerçekten de ayrılması onu çok kötü bir futbolcu veya bir para düşkünü yapmadı, Chelsea’ye gitmesi çok daha farklı şekillerde açıklanabilirdi. Onun burada hâlâ güzel anıları vardı, lâkin bir Milanlının gözünde Shevchenko artık -merhum Nazım Hikmet’in satırları gibi- “herkes gibiydi”…
Tekrar Milan formasını giydiği 18 maçta fileleri hiç havalandıramamıştı. Chelsea’nin çıkarcı politikasında ona artık yer yoktu, Milan’da ise bulunduğu her dakika geçmişteki güzel günlerin üzerine atılan bir çizgi gibiydi. Zaten geçen yıllar da bir hörgüç misali çullanmıştı sırtına. O da onu güzel yapan yere geri döndü. Dinamo Kievli binlerce taraftar, yaşayan efsanelerini bir kez daha izleme bahtiyarlığına erişiyordu böylece. Buraya geri döndüğünde tam 3 güzel yıl geçirdi. Eskisi kadar hızlı değildi belki de, 90 dakikayı çıkartmak başlı başına bir külfet olmuştu. Yine de atmaya devam ediyordu. 55 maçı 23 golle geçmişti. Fakat bundan çok daha önemli bir şey vardı. Yıllar önce buradan ayrılırken hayata dair tek amacı rakip kaleye bir gol daha bırakmaktı. Yıllar sonra buraya döndüğünde ise bir efsane olarak dönmüştü. Gerçekten de karşılıksızca seven insanlar için kazandıkları paranın, kupanın veya madalyanın önemi yoktu. Futbolcu olamayacağı için akademiden atılan Sheva, artık Ukrayna tarihinin en önemli futbolcusuydu. Dinamo Kiev ona bir ev, Ian Rush ona bir yol, Allah tarafından ona bahşedilen yeteneklerin hepsi bir amaç uğrunaydı: “Oynayabildiğin kadar oyna, atabildiğin kadar at ve sakın unutma, daima güzel olan adamlar kitabın en güzel satırlarında yer alır…”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder