27 Mart 2014 Perşembe

Kaç deplasman gerek sana alışmama?

Doğrusunu söylemek gerekirse sezonun ilk devresinde aldığı sonuçlardan dolayı Mancini’yi eleştirmek büyük bir haksızlık olurdu. Üstelik kötü sonuçlar almak, dünya üzerinde en iyi antrenörlerin başına gelebilecek kadar doğal bir şeydi sonuçta. Nitekim, Mancini’ye dair sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek adına devre arasından sonra oynanacak her maç, bize sağlıklı veriler verecekti. Sonuç olarak Mancini devre arasında Türkiye standartlarına göre büyük paralar harcayarak kendi oyun tarzına uygun bir kadro oluşturmaya çalıştı. Üstelik Galatasaray taraftarı onun tercihlerine saygı duyduğundan bu meblağlar hakkında konuşmaktan çok, yeni transferlerin takıma uyumunu gözetmeyi tercih etti. Üst üste iki sezon şampiyonluk yaşamış bir takımın taraftar topluluğu için, oldukça zor bir bekleyişti. Fakat artık başta Galatasaray taraftarı olmak üzere insanların Mancini’ye bazı uyarılarda bulunması elzem gibi gözüküyor.
Öncelikle, hiçbirimiz ilk defa sezon ortasında ya da hemen başında antrenör değiştiren bir Türk takımı ile karşı karşıya değiliz. Bu değişikliklerin çok başarılı olduğunu da gördük, başarısız olduğunu da. Yani, kendimizi bir sonuca şartlamak zorunda değiliz. Bu başarı tamamen antrenörün tecrübesi ve futbol bilgisi ile alâkalı. Mustafa Denizli, Ertuğrul Sağlam’dan koltuğu alıp Beşiktaş’ı şampiyon yaptı ya da Cevat Güler Galatasaray’a sezonun en kritik döneminde galibiyetler kazandırdı. Aynı şekilde Di Matteo Chelsea’ye Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu getirdi… Yani, olumlu örnekler sonsuza dek çoğaltılabilir. Olumsuzlar da var elbette fakat biz onlarla ilgilenmeyeceğiz. Çünkü burada çürütmemiz gereken tez şu: “Mancini sezonun başında kadroyu kendisi kurmadı, elbette başarısız olacak!”
Tekrardan ilk paragrafa dönecek olursak, Mancini’nin kadrosunu kurması için gerekli zamana sahip olduğundan ve bu amaç uğruna bazı adımlar attığından bahsetmiştik. Galatasaray taraftarı bu adımları gayet pasif bir şekilde izledi. Çünkü insanlar Fatih Terim’in ardından Mancini’yi bir futbol dehası olarak lanse ediyordu dolayısıyla hepimiz ondan önemli şeyler bekliyorduk. Son 2 yıldır izlediğimiz Fatih Terim futbolunun bize ne kadar alt seviyede olduğunu gösterebilmesini umuyorduk mesela. Çünkü, antrenör değişikliği bunun için yapılır. Eğer bir antrenörünüz var ve başarılıysa ve siz onun yerine başkasını getirmek istiyorsanız bunun akla yatkın tek sebebi olabilir: Ondan daha iyisini bulmuşsunuzdur. Tıpkı, hâl-i hazırda arabası olan bir insanın arabasını yenilemesi gibi. Hangi akli dengesi yerinde olan insan var olan arabasının yerine durup dururken daha kötüsünü alır ki?
Nitekim Mancini, bu beklentileri karşılamaya yönelik başarılı hamleler ortaya koyamadı. Fatih Terim’i bir kenara bırakıp olayı futbol kamuoyundan sıradan bir insan olarak, yani kendimizi düşünerek ele alalım. Yıllarca Football Manager oynadık. Yani Sinyor Mancini kadar olmasa da bir futbol bilgimiz vardır herhâlde. Düşünelim: Oyunun taktik sekmesine tıkladık ve on bir oyuncu seçmemiz gerekiyor. Hangi mevkiden başlarız? Ya da hangi mevkideki aksaklık bizi en çok rahatsız eder? Ya da maç esnasında 10 kişi kalacak olsak, hangi mevkiden oyuncumuzun eksilmemesi için duacı oluruz? Elbette savunma! Çünkü, sahadaki hiçbir futbolcu arkalarında onların hatasını telafi edeceğinden emin olduğu adamlar olmadan kendisini rahat hissedemez ve hiçbir kaleci önündeki savunma dörtlüsüne güvenmeden en iyi performansını sergileyemez. Savunma mevkisi bir futbol takımı için işte bu kadar kritiktir.
Peki, kaçımız Sinyor Mancini’nin neredeyse her maç bu mevkiinin dizilişi ile oynamasını, 3’lüden 4’lüye geçmesini ya da stoper tandemini değiştirmesini doğru buluyoruz? Muhtemelen hiçbirimiz. Zaten, başarılı olmanın yolu da budur. Avrupa’da yıllardır başarılı olan kulüpleri aklınıza getirin. Size Barcelona denildiğinde Pique ve Puyol (Puyol’un sakatlığından önce elbette) direkt olarak aklınıza gelecektir. Bu isimler sezon sezon değişebilir fakat sezon içinde asla büyük değişiklikler olmaz. Çünkü, bir kadro iskeletinin omurgası stoper tandemidir. Mancini bu kurguda asla istikrar sağlayamadı.
Bir diğer konu ise Mancini’nin devam eden oyuna etkisi. Doğrusunu söylemek gerekirse özellikle dün gece Galatasaray bu konuda sahada tek başınaydı. Futbolcular Chelsea’nin inanılmaz baskısı karşısında ne yapacakları konusunda bir fikirleri olmadan doğaçlama bir oyunla topu kendi kalelerinden uzaklaştırmak amacıyla bir takım şeyler ortaya koymaya çalıştı. Elbette sonuç hüsrandı. Sonuç olarak bir tarafta Mourinho takımını oyunun akışına göre dilediği gibi oyuna sokarken diğer tarafta Mancini oyunu izlemekle yetindi. İkinci yarıda Burak’ın oyuna etkisinin sıfır olduğunu fark etti ama bir diğer sıfır olan Umut’u sokmaktan başka çaresi de yoktu. (Evet bu kesinlikle onun suçu, devre arasında forvet transferi neden olmadı?) Bunun yanında maç boyunca tek bir olumlu hareketi olmayan (ki zaten sezon başından beri yok) Selçuk’u izlemekle yetindi. Devre arasından bu yana kupa maçlarında etkili bir oyun ortaya koyan Emre Çolak’ı veya yeni transfer Hajro’yu takıma adapte etmek için tek bir adım atmadığından olacak, Selçuk’u çıkartmaya da gücü yetmedi. Çünkü elinde hamlesi yoktu. Nitekim, Mourinho maçın devamında dilediği gibi at koşturdu ve Galatasaray sahaya zerre varlık koyamadan yenildi.
Galatasaray & Mancini ilişkisini özetlemek gerekirse: Bir arabanız var olduğunu düşünelim. Arabanızı değiştirip yeni bir araba almak istiyorsanız ya daha güçlüsünü, ya daha konforlusunu ya da daha geniş olanını tercih edersiniz. Çünkü değişikliğin amacı, eldekini geliştirmektir. Zira alışkanlıklarla savaşmak zor olduğundan, eldeki gelişmezse değişikliğin bir manâsı olmaz. Galatasaray’ın Fatih Terim’i kovması olağanüstü bir olay değildi. Antrenörler gidebilir, istifa edebilir… Birçok farklı durum yaşanabilir sonuçta insanların özne olduğu bir olaydan söz ediyoruz. Fakat hiçbir bahane, Fatih Terim’i gönderip ondan daha kötü bir antrenörü takımın başına getirmek eylemini açıklayamayacak gibi gözüküyor. Galatasaray Mancini’ye muhtaç değildi ve 2 senedir olduğu gibi pekâlâ Fatih Terim ile devam edilebilirdi veyahut Fatih Terim gidecekse yine pekâlâ iyi bir antenör getirilebilirdi. Şimdi sorulması gereken sorular şunlar: Daha iyisi gelmeyecekse Fatih Terim neden gitti? Bir başkan için hangi kişisel sebep, Galatasaray’ın başarısını gözetmekten daha önemli olabilir?

19 Ekim 2013 Cumartesi

Kurumsallaşmak üzerine birkaç kelâm


Avrupa'da tüm kulüplerde "kurumsal bir yönetim anlayışı" varmış. Herkes görevini biliyormuş. Kulüpler bir şirket mantığıyla yönetiliyormuş, CEO'luk sistemi varmış..

Biz kurumsallaşamayız efendim. Hayır, Avrupa'dan bir eksiğimiz olduğu için değil. Hatta belki de ilk defa, Avrupa'dan bir konuda çok daha iyi olduğumuz için.

İlkokulda bir İnkilap dersinde, hocamız: "Doğu medeniyetleri, Batı'dan farklı olarak duygularla yönetilir demişti. Başta saçma gelmişti bu düşünce, sonradan devam edince anladık. Osmanlı, Batı'dan gördüğü her şeyi kendi kültürünü hiçe sayarak benimsemeye çalıştığından yıkılmıştı. Batı'da her şey düzenliydi evet ama, kültür farkı çok daha önemliydi. Bugün, Ünal Aysal aynı hatayı Galatasaray konusunda yapıyor. Gerçekten de Avrupa kulüpleri, bizimle kıyas kabul etmeyecek kadar iyi durumda. Lâkin, şunu da unutmamak gerekir: Her Türk kulübü, esasında bir Doğu medeniyetidir.

İnsanların Türkiye'de kulübüne nasıl bağlandığını anlamak gerekir bunun için. Asgari ücretle çalışan, sıradan bir vatandaş düşünün. Evinde ekmek bekleyen 2 çocuğu ve karısı var. Haftanın 6 günü çalışıyor. Hayatının yarısından fazlası, emekli olabilmek için geçiyor. Bu adamın kışın Uludağ'da, yazın da Antalya'da keyif yapmak gibi bir lüksü yok. Hayatında sahip olduğu tek mutluluk: Taraftarı olduğu kulübün, haftada bir maça çıkması. Kazanırsa ne âlâ, ondan mutlusu yok. Kaybederse, bir de yaşadığı hayâl kırıklığı var. Tekrar sevinmek için en az bir hafta beklemeli. Şimdi, soruyorum size: Türkiye'nin 4'te 3'ü bu tip taraftar profilinden oluşurken, insanların böyle bir anlayışla bağlandıkları kulüplerine "şirket" muamelesi yapılması olacak şey mi?

Olmaz! Zaten olmuyor da.. İnsanlar kulüplerini böylesine sevdiğinden, kulüp içerisindeki "babacan profiller" insanlara oldukça yakın geliyor. Bu yüzden Galatasaraylılar Fatih Terim'i ya da Abdurrahim Albayrak'ı seviyor. Taraftara yakın oldukları için, biraz daha duygulu adamlar oldukları için. İnsanların bam teline bastıkları için.. İnsanlar bu sebeple takıma ilk geldiğinde, Ünal Aysal'ı da seviyorlardı. Çünkü dürüsttü. Açık açık söyledi: Ben futboldan anlamam, bana hocamız ve teknik heyetimiz yardımcı olacak diye. Bunun için bir ekip kurduk diye.. Peki ne oldu? 2.5 yılda ne değişti de Ünal Aysal, yıllardır futbolun içinde olan bu adamlardan bazılarını kulüpten gönderebilecek kadar futbol öğrendi?

Elbette öğrenmedi. Öğrenemez de. Öğrenemeyecek de. Bu sebeple Fatih Terim'i gönderiş bahanesi başarısızlık değil, kulüp değerleri oldu. Fakat yine atladığı bir şey vardı. Ünal Aysal, sırf Galatarasay Lisesi mezunu diye, hayatını Galatasaray'a adamış adamlardan daha mı iyi bilecekti kulübün değerlerini? Kulübün değerlerini bilseydi, hocayı gönderiş şekli bu mu olurdu? Elbette hayır. Zaten insanlar Aysal'a Fatih Terim'i gönderdiği için değil, gönderiş şeklinden dolayı kızdı bu kadar. Kızmaya da devam edecektir.

Fatih Terim'in tarzının bu olduğu çok önceden bu yana belliydi. Milan'dan gönderilişinin en büyük sebebi, taraftarla kurduğu yakınlığın, Maldinilerin babası olan Cesare Maldini'ye ters düşmesiydi. Yani Fatih Terim, daima bir şirket için yanlış adam oldu fakat daima Türkiye'de çok sevildi. Çünkü tarzı bize göreydi, saha kenarında bizden birinin varlığını hissediyorduk. Bu da bize güven veriyordu.

Ve son olarak.. Sevgili Galatasaray taraftarları. Büyüklerim, abilerim ve kardeşlerim. Kulüp tarihinin en büyük değerine "eleman" denilmesi, sadece bu sürecin bir başlangıcıydı. Yakında, sizlere müşteri, Galatasaray'a da şirket denilecek. Galatasaray'dan başka şey bilmeyen bir sürü insan, hayatlarını adadıkları şeyin bir şirket olduğunu fark edecekler yakında. Aldığınız formanın bir "ürün" olduğunu, verdiğiniz o paranın da kulübe destek değil, "kâr marjı" olduğunu duymaya başlayacaksınız. Ve artık, bu süreci durdurmanın da bir yolu yok. Çünkü Ünal Aysal, yönetimdeki çatlakları bir bir eleyerek, kendisine en uygun ortamı çoktan yarattı bile. Şansımız varsa, Galatasaray Osmanlı kadar şanssız olmayacaktır. Şansımız varsa, Mancini ile birlikte iyi bir ivme yakalar, kupalar kazanabiliriz. Ama şunu sakın unutmayın: Avrupalılara benzemeye başladığımız an, Doğu'da sevdiğimiz ne varsa kaybedeceğiz. Şimdi, soruyorum size: Galatasaray'ı sevmeyi mi seviyorsunuz, yoksa Galatasaray'ın kazanmasını mı?

4 Ekim 2013 Cuma

Bir Yeşilçam kahramanından hâllice: Aurelien Chedjou



 Bir Yeşilçam hikâyesinin başında ne kadar hüzün varsa, sonu da en az o kadar mutluluk doludur. Chedjou’nun Galatasaray’da geçireceği yıllara dair, henüz yaşanmamış çok mutluluğu var..

Galatasaray’ın; geçen sezondan bu yana kadrosuna katmak için çabaladığı Chedjou’yu, 2007 yılında Lille’in rezerv takımı sorumlusu Pascal Planque’ın Chedjou’ya gönderdiği bir SMS’e borçlu olduğunu söylesek, muhtemelen onun hikâyesini bir Yeşilçam senaryosuyla karıştırdığımızı düşünebilirdiniz. Fakat işin aslı öyle değil! Zaten futbol hayatına adım attığı Kamerun’dan itibaren kariyerinin ilk 3 yılında 2 kıta ve 3 ülke değiştiren bir futbolcunun hikâyesinin devamı, ne kadar sıradan olabilir ki?

Kamerun’da 6 çocuklu bir ailenin 5. çocuğu olarak dünyaya gelen Chedjou’nun en büyük şansı, Afrika’nın en gelişmiş futbol kültürüne sahip ülkelerinden birinde dünyaya gelmesiydi. Kadji Spor Akademisi, önceki yıllarda Avrupa futboluna özellikle de İspanya’ya sunduğu Samuel Eto’o gibi, Carlos Cameni gibi yeteneklerle Afrika gibi eğitim olanaklarının hiçe yakın olduğu bir kıtanın, her mevsim meyve veren ağacı gibiydi. Nitekim Chedjou’nun yolu da bu akademiden geçti. Akademide geçirdiği yılların ardından, araştırma ekiplerini özellikle buraya yoğunlaştıran İspanya kulüplerinden Villarreal’in radarına takılan Chedjou, kariyerinin ilk adımını Afrika’nın yanı başındaki İspanya’ya atacaktı.



Villarreal’in Kadji’ye attığı olta, yosuna takılmıştı. Büyük umutlarla alt yapıya katılan Chedjou, burada geçirdiği bir yılda beklenin oldukça altında kalarak, Afrikalı futbolcuların Afrika dışındaki memleketi olan Fransa’ya geçti. Böylelikle Chedjou, ilk profesyonel imzasını Pau’ya atarken, kariyerinin ikinci yılında ikinci farklı ülkenin topraklarında şansını deneyecekti. Fakat Chedjou adına kâbus devam ediyordu. Pau’da sadece 2 maça çıkarak tamamladığı 2003-04’ sezonunun sonu, onun yukarıya doğru atacağı ilk adımın başlangıcı oldu. En azından kâğıt üzerinde öyle gözüküyordu.. Fransa’nın köklü ekiplerinden Auxerre, Chedjou’yu kadrosuna katmıştı. Fakat bu adım da, tıpkı Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi hikâyenin kahramanının önce yüzünü güldürecek, ardından da sırtından vuracaktı.

Chedjou A takımda 2 sezonda sadece 4 maça çıkabilmişti. O 4 maçın nasıl geçtiğine gelince.. Chedjou anlatıyor: Çok kötü maçlar çıkarmıştım, insanlar sürekli bana küfür ediyordu..”  Bu küfürlerin akabinde B takımla maçlara çıkmaya Chedjou’nun hikâyesinin iyi adamı ise, o dönemde Lille’in yedek takımını çalıştıran Pascal Planque oldu. Ajanslar vasıtasıyla onunla ilgilendiğini öğrendi, fakat transferi gerçekleşmedi. Chedjou bu olayın ardından bir yıl daha takımda kaldı, ardından da Rouen’e geçti.. O dönemde 3. ligde (Championnat National) bulunan Rouen’de geleceğini düşünmek için fazlaca zamanı vardı.. Chedjou anlatıyor: “Artık 22 yaşında olduğumu ve burada futbol için var olup olmadığımı sorgulamaya başlamıştım. Ardından, daha önce benimle ilgilendiğini bildiğim Lille’den, Pascal Planque vasıtasıyla bir mesaj geldi: Sezon sonunda bizimlesin..”


Bir hikâye ancak bu kadar keskin ve çabuk bir şekilde değişebilirdi. Sonrasına aşina olduğumuz Chedjou’nun kariyeri, o, bir markette alışveriş listesini tamamlarken Planque’tan gelen SMS’le değişmişti...  Chedjou anlatıyor: “Daha önce Auxerre ve Villarreal’de oynamıştım fakat Claude Puel’in yönetimine girdikten sonra her şey değişti. Burada her şey çok daha profesyoneldi. Bana, takımdaki bir başka Kamerunlu olan Makoun yardımcı oldu.” Chedjou, geçirdiği yılların ardından Lille’i tek kelimeyle nitelemişti: “Cennet”!

2006’da ona sundukları tek sezonluk sözleşmeye, bizdeki o meşhur tabirle “Boş kâğıt gelse imzalarım!” edasıyla attığı imzadan itibaren devamına aşina olduğumuz kariyeri, her geçen yıl biraz daha ileriye gitti. 2011-12’ sezonunda Ligue 1’in en iyi savunma oyuncusu seçildiğinde, Galatasaray’dan teklif gelene dek ayrılmayı bir an bile düşünmediği Lille’de yapabileceğinin en iyisini yapmıştı. Geleceğe dair en büyük isteğim, sakatlıklardan uzak kalabilmek” diyerek Fransa’da geçirdiği karmaşık yıllara nazire eden Chedjou; şu sıralarda kariyerinin 4. ülkesinde, hiç görmediği kadar güzel bir boğazın karşısında içinde onu en dipten zirveye taşıyan Pascal Planque’a duyduğu şükran duygusuyla yılların ona getireceklerini bekliyor. Zira, kariyerinin başında yaşadıklarının ardından, hayatın ona henüz bahşetmediği onlarca mutluluk var. Chedjou’nun Galatasaray’daki yıllarına olumsuz bakması için hiçbir sebebi yok gibi. Tıpkı, en güzel Yeşilçam hikâyelerinde olduğu gibi..

** Bu yazı, Four Four Two dergisi, Ağustos 2013 sayısında yayınlanmıştır.

19 Temmuz 2013 Cuma

Karpatların Maradonası


Nasıl ki, bir büyük yanınıza teşrif ettiğinde ceketinizin düğmesini ilikliyorsanız, yıllanmış bir Galatasaraylı'nın ağzından Hagi'yle ilgili bir hikâye çıkacağını anladığınızda da üzerinize şöyle bir titreme gelir. Hele ki, -tıpkı benim gibi- onu, canlı gözle izleme şansına erişemediyseniz üzerinizdeki bu titremenin etkisi sıtmaya varana kadar çoğalır. Çünkü, Hagi'yi izlemek, bir Galatasaraylı'ya bahşedilmiş en büyük lütuflardan biridir, ben bunu bir kaç yılla kaçırmıştım. Bu sebeple, birazdan onunla ilgili karalayacaklarımı muhtemelen bir çok Galatasaraylı büyüğüm ezberden söyleyebilecek kadar dinlemiştir. Bu yüzden sürç-i lisan edersem, şimdiden affola. 

Karpat sıradağlarının eteğindeki küçük Romanya'da, Karpatların Maradona'sı, bembeyaz olmuş bir coğrafyanın 5 şubatında dünyaya gelmişti. Tıpkı memlekette olduğu gibi, Karpatya'dan da ortalama üzeri futbolcuların yetişiyor olması alışılagelmiş bir durumdu. İç içe geçmiş bir çok kültür, bir çok güzel adamı futbol tarihine kazandırmaya alışmıştı. Fakat, Hagi farklıydı. Çünkü ressamların, heykeltraşların, edebiyatçıların aksine, Hagi sol ayağıyla sanat yapan bir adamdı. Sahaya vurduğu her fırça darbesi, ancak bir sanat eserinden fırlamış olabilirdi. Nitekim, ülkesinde geçirdiği 8 yılın ardından, futbolun rönesansına ulaşma vakti gelmişti. Tıpkı, rönesans öncesi İstanbul'dan Avrupa'ya sığınan sanatçılar gibi, o da hayatını değiştirecek olan kararı vermişti. Karpatların Maradonası, hayatında ilk kez Karpatların ardına çıkıyordu. Real Madrid, uzak coğrafyadan bir sanatçı transfer etmişti.

İmza atan kim olursa olsun, Madrid'de baskı daima fazla olurdu. Yıllardır kazanmış bir takımın taraftarından da mütevazilik beklemek, olur şey değildi zaten. Bu yüzden Hagi için bile ''köyden indim şehre'' baskısıyla yüzleşmek o kadar da kolay olmadı. Nitekim bu baskı, onu özel yapan bir çok yeteneğine de leke sürülmüşçesine yapışmıştı üzerine. Hagi ilk sezonunda beklentileri karşılayamazken, istenmeyen adam ilan edilmesi de uzun sürmemişti. Fakat ayrılmamak konusunda diretiyordu. Tıpkı son demlerindeki bir adam edasıyla bu adam, yapacak çok şeyi olduğunun farkındaydı. Ayrılmadı. Santiago Barnebeu, o sezon her sahaya çıkışında onların aristokrat duygularının verdiği egoyla istemedikleri Hagi'nin; bir maestro edasıyla tüm Madrid'i yönetişine tanıklık etmişti. Karpatların Maradonası dümendeyken, her şey yolunda gibi gözüküyordu. En azından son haftaya kadar. Tenerife'ye 3-2 mağlup olan Madrid, şampiyonluğu elleriyle Barcelona'nın ellerine verirken Hagi'nin de ayrılma vakti gelip çatmıştı. İlk kez kazanamayan bir adama bu denli bağlanan Madrid tribünleri, onun sözleşme teklifini reddedişini de eli kolu bağlı izliyordu. Real Madrid'de geçirdiği iki sezonda 64 maçta 15 gol atıp 42 asist yapan Hagi, tanıdık bir isim olan Mircea Lucescu'nun isteğiyle şaşkınlık veren bir karar sonrası dünyanın zirvesinden Brescia'ya doğru yola çıkmıştı bile. 

O, gerçekten de Karpatların ''Maradonası'ydı'' tıpkı yüce Diego gibi, onun da kaderinde İspanya'dan İtalya yollarına düşmek, mütevazi kalplere zafer duygusunu tattırmak vardı. Zaten hal-i hazırda Lucescu ve Hagi, rakı balık tadı veriyordu. İlk sezonunda liderliğini üstlendiği Brescia'da, 2. sezonunda pazubandı koluna geçiren Hagi, kulüp tarihinin en büyük zaferlerinden birine önderlik ederek Brescia'ya Anglo-İtalya Kupası'nı kazandıracaktı. Ardından, rüya sezonu taçlandıran 94' Amerika Dünya Kupası'nda, Romanya formasıyla bir çok dev bir yana Maradona'yı bile gölgede bırakacak bir performans sergilemişti. Karpatların Maradonası'na da bu yakışırdı zaten. Belki de Maradona, Latin Amerika'nın Hagi'siydi. Nitekim, Cruyff turnuvanın ardından ''Bu sezonun en iyi futbolcusu tartışmasız Hagi'dir.'' diyor, ve ardından ona Katalan ekibinin formasını giydiriyordu. Hagi, Galatasaray'dan önceki son durağı olan Barcelona'ya imza atıyordu.

Onu bu derece öven, Katalunya'ya gelmesi için kılı kırk yaran Cruyff, onu kulübenin müdavimi yapıyordu. Hagi'nin ise ele avuca sığmaz tavırları adeta ateşle barutun yan yana gelmesi gibiydi. Üstelik Barcelona taraftarları da artık onu istemiyordu. Fakat bu, bir tarihin kesişme noktasına tekabül edecekti. Onu isteyen, imzası için İstanbul'u yakacak bir adam vardı. İmparator Fatih Terim, Kumandan Hagi'yi kadrosunda görmek istiyordu! Evet yaşı 30'u geçmişti, saçları da yavaş yavaş ağarmıştı fakat Hagi İstanbul'a gelirken, sanatını da yanında getiriyordu. Karpatların Maradonası, Galatasaray tarihinin sayfalara sığmaz satırlarına ortak olmak için yola çıkmıştı bile. Kimileri Fatih Terim'in arkasından ''n'apıyor bu adam?'' diyor, kimileriyse yaşı 31 olan Hagi'nin yaşını 35 yazıyordu. Türk basını üstüne düşeni yapmış, yine bir yolunu bulup kavuşmayı lekelemişti. Onlara verilecek cevap, tarih sayfalarına geçecek türden olacaktı. Basın yalan yazıyordu...

İmparator ve kumandanı, uğruna tezahüratlar yazılacak o dört yılın arefesindeydi. İlk 3 lig maçında sırasıyla attığı her gol, kazandıran goller olmak dışında, ''yalan yazan basına'' tabir-i caizse kapak niteliğinde olacaktı. İşte, yazımın başında belirttiğim yılların başlangıcı böyle oluyordu. Galatasaray, Lâle Devri'ni yaşayacaktı. Ulubatlı Souness çok sevilirdi. Fakat Fatih Terim'in ''ilahlık'' mertebesine ulaşma vakti gelmişti. Hagi ve Galatasaray ilk sezonunda ligi kazanırken; Bülent Korkmaz, Suat Kaya, Hakan Ünsal, Ümit Davala, Ergün, Okan, büyük Hakan, Arif (Manchesterlı Arif deyin, bilirler) ve daha niceleri kadrodaydı. Ben henüz kundaktayken, Galatasaray kadrosu, tarihin en güçlü ordularını gören İstanbul'un en ücra sokaklarında bile titremesini hissettirecek bir mertebeye ulaşmıştı. Öyle ki, en azından dinlediğim hikâyelerin hatrına söyleyebilirim: Kadın boşanır, iş bırakılır, arkadaş ve aile unutulur, Galatasaray seyredilirdi. Üstelik yaşıyla eleştirilen Hagi, tribünün sahadaki ağzı, dili, yüreği, ciğeri gibiydi. Luis Fernandez'in söylediği gibi Hagi şarap gibiydi, yıllandıkça güzelleşiyordu. Ona artık Karpatların Maradonası demek, şerefine küfretmek gibi bir şeydi. Yahu, kim takardı Maradona'yı? Hagi sol ayağına topu oturtup, kaleyi gördüğü vakit tribündeki adam adını bile unuturdu zaten. O sol ayağını Picasso'nun fırçası gibi kullanıyor, tribünler de hep bir ağızdan ''I love you Hagi!'' diye bağırıyordu. Picasso, Van Gogh ve niceleri. Kim böyle bir sevda tablosunu onun kadar iyi çizebilirdi? 

Metin Oktay'a nazire ediyordu artık Galatasaray. Bir din mertebesine ulaşmıştı, Hagi de kulu ve elçisiydi taraftarın. Tapılıyordu sanki ona. Futbol dininden bir çok Galatasaraylı, haftalık ibadetini bir meczup gibi bekliyordu. Hagi bir gizli forvet değildi sadece, bir duran top ustası veya meziyetleriyle ünlü bir topçu değildi. Futbolun en kutsal görevinin elçisiydi. Tribünden biri onu izlerken, kendisi oynuyormuş gibi hissederdi. Hagi ise tribüne bakarken, onlardan farksız olduğunun farkındaydı. Tüm bu duygusal misyonların yanında, sadık bir askerdi. İmparator ve kumandan, taktik tabelasındaki ilk misyonlarını tamamlamışlardı. Tıpkı meşhur tezahürattaki gibi başarı sırasıyla geliyordu. ''Dört sene üst üste şampiyon olduk...'' diyordu Galatasaray taraftarı, yarım kalan cümleleri nihayete ulaştırmak vakti gelmişti. Yıl 2000, yer Kopenhag'tı. Bir arma ve bir bayrak eksikti, tamamlanacaktı... Tarihi tesadüflerin en güzeliydi. Şampiyonlar Ligi'nde grup 3. sü olan Galatasaray, 3. turda UEFA Kupası'nda Bologna'ya rakip oluyordu. Kazanmayı bilen bir çok adam, Hakan Şükür'ün önderliğinde tur kapısını aralıyordu. Yıllar sonra, bu zaferin hikâyesi şöyle yazılacaktı: ''Kasım 1999'da Avrupa'da bahisçiler, Galatasaray'ın UEFA 2000 kupasını alma ihtimalini, 1'e 250 olarak hesapladı.Leeds United maçından önce Avrupa'da ihtimaller, 1'e 16'ya düşmüştü. Ama burada, kimileri için hala tek bir ihtimal vardı...'' Türk basınının kafasız adamı Fatih Terim, 35'lik Hagi'si, Avrupa'nın ihtimal dahi vermediği bu takım en saf hayallerin temsilcisi olacaktı. 

Sırasıyla Dortmund, Mallorca ve Leeds engellerini o ''tek ihtimalli'' adamlar Hagi'nin önderliğinde aşarken halk artık ''acaba?'' diyordu. Viyana kapısından tam 3 kez dönen Osmanlı'nın torunlarına Avrupa kapılarını Galatasaray açabilir miydi? Eksik tamamlanıyordu. Tezahüratlar canlanıyordu. Adeta dualarla yaşıyordu takım. Paranın şerrine, inancın kudretiyle yanıt veriyordu. Yıl 2000, yer Kopenhag'tı ve artık bir arma, bir bayrak vardı! ''Avrupa'nın kralı olduk...'' için, 120 dakika beklenecekti. Hagi'nin ortasında Arif'in vuruşu kornere çıkarken yürekler ağza gelmişti. Manchester kahramanı Arif, 45. dakikadaki pozisyonu da tribünlerde bitirecekti. Müslüman olarak stada gelen adamları, dinden çıkaracak bir heyecan vardı. Kahrolası gol, gelmiyordu. İkinci yarı da bitmişti.. Uzatma devrelerinde Henry çizgide kafayı vurmuş, Taffarel kelimenin tam anlamıyla uçmuştu. Penaltılardaydı sıra. Saha kenarında bir imparator, titreyen milyonlar, sahada da bir tarihin mimarları vardı. Hakan atarken Suker kaçırmıştı. Davala atarken, Vieira direğe vurmuştu. Sırada Popescu vardı. Levent Özçelik mikrofonda çıldırmış gibiydi. Popescu! Haydi oğlum! Haydi oğlum! ve ölüm sessizliği. Ardından da Seaman'ın çaresiz bakışları. Sanki 10 saniyeliğine görmez, duymaz olmuştu Galatasaraylılar. Popescu atmış, Galatasaray kazanmıştı. Ömer Üründül ''Korkunç bir şey!'' diyordu. Erkek adam ağlamaz mıydı hiç? Milyonlar hıçkırıyordu. Yıllar sonra ben hikâyelerimi canlandıracak maç kayıtlarını izlerken hıçkırıyordum. İmparator, kumandan ve askerleri kazanmıştı! Karpatların Maradonası'nın vurdum duymaz tavırları bile eriyip gitmişti. Bülent bir cengaver gibiydi, ''Avrupa'nın kralı olduk!'' ekleniyordu tezahüratlara. Ardından, onu işe yaramaz adam ilan edip gönderen Madrid'e Hagi en güzel hediyesini veriyordu Süper Kupa'yı kollarına alarak. Roberto Carlos sol bek olduğuna lanet ediyordu. Lâle Devri bitiyor, Hagi de ayrılıyordu artık.

10 numaralı formasıyla, muhteşem bir jubile maçının ardından, yıllanmış şarap için de artık kenara çekilme vakti gelmişti. Onun emekli edilen formasını giyen Hakan Şükür, adını değil sadece baş harfini yazdırıyordu formasına. O gittikten yıllar sonra hâlâ ''I love you Hagi!'' diye inliyordu Sami Yen, ölüm Allah'ın emriydi de, ayrılık dayanılacak şey değildi. Doğum tarihime lanet etmiştim artık. Anca, onun ayrılığına mı denk gelmişti aklımın başıma geldiği yıllar? Affedin. Abiler, sürç-i lisan ettiysem, atladıysam bildiklerinizi affedin. Duyduğum kadar, hissettiğim kadar bildim Hagi'yi. Onu izleme şerefine nail olamadım. Şu gün bile adamdan saymıyorsam kendimi, bundandır. Affedin. İstemeden tahrik ettiysem böyle bir günde Fenerbahçeliler'i. Çok seviyormuşuz demek ki. Kulübede, takım elbiseli Hagi'yi hiç sevemedim. Hep parçalı istedim onun üzerinde. Affetsin beni Hagi.

29 Haziran 2013 Cumartesi

Biz bize yeter miyiz?


Türk futbolunda birçok klişe vardır. Ne zaman dile getirilse, doğruluğu tartışılan klişeler… Örneğin “Kadromuz yetersizdi, transfer de yapamadık…” klişesinin arkasına Yılmaz Vural sığınırsa, bu o klişeyi haklı bir söylem hâline getirir. Çünkü Yılmaz Vural’ın çalıştırdığı 27 takımın neredeyse tamamında bir kadro zafiyeti vardır. Fakat, talihsiz klişeler de vardır… Yıllardır her transfer döneminde tekrar tekrar tartışma konusu hâline gelen yabancı sınırlamasına ithafen: “Yabancı sınırlaması kötüdür / Yabancı sınırlaması iyidir…” diye başlayan cümlelerdeki gibi.

Öncelikle bu sınırlamada –eğer varsa, ki olmadığını göreceksiniz- bir mantık varsa, bu mantığın ne olduğunu anlamaya yönelik, bu sınırlamayı savunan tezleri incelememiz gerekiyor. Yabancı sınırlamasının savunulduğu noktalar genellikle şunlar;

1) Sınırlama olmalı, çünkü genç oyuncularımız forma fırsatı bulamıyor.
2) Sınırlama olmalı, çünkü kulüplerimiz yabancı futbolculara çok fazla para ödüyor.
3) Sınırlama olmalı, çünkü Anadolu kulüpleri maddi durumlarından ötürü sıkıntılı duruma düşüyorlar.

Bu “sınırlama yanlısı” tezlerden ilkini ele alacak olursak… Türk Futbol Federasyonu ve futbolu “bilen kişiler” yapılan yeniliklerde örnek alınması gereken yegâne yerin Avrupa olduğundan bahseder. Peki öyleyse, Avrupa’da bu sınırlamayı uygulayan bir ülke var mı? Ya da bu uygulamanın benzerleri bulunuyor mu?

Cevap büyük ölçüde hayır. Ama belki bir nebze benzer uygulamalardan bahsedebiliriz. Örneğin İspanya Ligi’nde, takım kadrosunu futbol federasyonuna gönderirken 25 kişilik kadroya sadece 3 AB dışından futbolcu dahil edebilirsiniz. Aynı şekilde İtalya Ligi’nde, bir yıllık sezon boyunca AB dışından sadece 2 futbolcu transfer edebilirsiniz. Avrupa’nın diğer büyük ligleri olan İngiltere Premier Ligi, Hollanda Ligi (Eredivisie), Fransa Ligi (Ligue 1) ve Almanya Ligi (Bundesliga)’nde böyle bir sınırlama bulunmamakta. Fakat, bu ülkelerin neredeyse hepsi bizden çok daha fazla oyuncu ihraç ediyor. Peki, asıl sebep ne?



Birinci tezi ele almaya devam edersek, Türkiye 2012 sayımlarına göre 75 milyonu aşkın bir nüfusa sahip. Özellikle 2000’lerin başından itibaren oyuncu ihracında önemli bir yere sahip olan Almanya’nın 81 milyon, İspanya’nın ise 47 milyon nüfusu bulunmakta. Ve, Avrupa ülkelerinin bir çoğuna oranla genç nüfus açısından büyük bir kaynağa sahip Türkiye’nin probleminin “demografik” olmadığı açık. Peki, Almanya ve İspanya ne yaptı da, biz eksik yaptık?

Almanya, 2006’da Dünya Kupası’ndan elde ettiği tüm geliri yeni stadyumlara, alt yapı organizasyonlarına ve kadın futboluna harcadı. İspanya ise La Masia’yı “örnek profil” hâline getirerek bir alt yapı sistemi oturttu. Bugün, Almanya Şampiyonlar Ligi Finali’ne 2 takımla birden çıkabiliyor ve İspanya, U-20’ye getirdiği kadrodan sadece 1 oyuncuyu La Masia’dan seçiyor. Peki ya İspanya, U-20 Dünya Kupası kadrosunda en fazla oyuncuyu hangi takımdan seçti? Cevap düşündürücü: Dünyanın en zengin kulübü olan Real Madrid’den!

Böylelikle ilk tezi çürütmüş oluyoruz. Genç futbolcularımızın forma bulamamasının sebebi “yabancı sınırının olması veya olmaması” değil. Aksine, bu sınırı koyan Türkiye Futbol Federasyon’unun, nitelikli genç futbolcular yetiştirmek adına somut adımlar atmaması ve ülkenin büyük çoğunluğunda yetersiz kalan alt yapı organizasyonu.


İkinci teze geçecek olursak… Futbol kulüplerimizin “sanki yabancı futbolculara muhtaçlarmış” gibi onlara çok para ödemesinden yakınan hatırı sayılır bir kesim var. Peki ya yabancı futbolcular gerçekten çok mu pahalı, yoksa biz oturtamadığımız bazı sistemlerden dolayı bu paraları ödemek zorunda mıyız?

İngiltere Premier Ligi, dünyanın en yüksek değerli ligi ve bu ligde istikrarlı olarak kâr eden tek kulüp Arsenal. Peki neden Arsenal kâr ediyor? Aslında cevap basit: “Algıda seçicilik” Arsenal, 1996’dan beri Wenger’le çalışıyor. Başlarda “bizim kriterlerimize göre” oldukça başarılı geçen bu birliktelik, Arsenal’in 2003-04’ sezonundan itibaren şampiyonluk yaşayamamasına rağmen devam ediyor.  Peki, bu birliktelik Türkiye’de olsa ne olurdu? Muhtemelen Wenger, 2005 yılında Arsenal’dan apar topar gönderilirdi. Fakat, taraftarların büyük kısmı Wenger’den memnun. Aynı şekilde kulüp başkanı da… Peki, neden?



Cevap basit ve ilk tezimizi çürüttüğümüz açıklamayla alakalı. Arsenal, olağanüstü bir scout sistemine sahip ve kadronun yaş ortalaması 25 dahi değil. Hiçbir transferlerinde “bütçelerine oranla” olağanüstü paralar harcamıyorlar ve üstüne üstlük aldıkları birçok oyuncuyu kâr ederek satıyorlar. Tıpkı, Porto gibi. Porto, Güney Amerika pazarını scout sistemleriyle harika şekilde kullanıyor. Aynı şekilde kendi ülkelerini de yakından inceleyen bir scout ekibine sahipler. Örnek vermek gerekirse Hulk ve Falcao’nun satışından toplam 102 milyon Euro elde ettiler. Bu iki futbolcunun bonservisine ise toplam 9.5 milyon Euro verdiler.

Son yıllarda Türkiye’ye gelen hiçbir yabancı futbolcu buradan ayrılırken çok daha iyi bir konuma gelerek ya da para kazandırarak ayrılmadı. Bu bizim ekonomik açıdan gücümüzden kaynaklanmıyor.Barcelona Messi’yi kulübe kazandırırken onu aldı, iyileştirdi ve bir yıldız yaptı. Bu bir scoutluk harikasıydı. Bu sorunu “yabancı sınırlamasıyla” çözemezsiniz.

Olayı biraz daha Anadolu kulüpleri özeline indirgeyerek, yabancı sınırlamasını savunan son teze geçecek olursak. İstanbul kulüpleri ile Anadolu arasında büyük bir ekonomik fark olduğu, bu sebeple yabancı sınırlamasının bu farkı dengelediği söyleniyor. Halbuki, bir önceki tezimizde başarılı bir transferin, yüksek meblalarla gerçekleşmek zorunda olmadığını gördük. Anadolu kulüplerinin problemi de buna benziyor.

Anadolu’da, “Kaka’yı alacaktık beğenmedik… Ronaldinho kapımızdan döndü…” hikâyeleri çoktur.  Fakat doğrusunu söylemek gerekirse dış transferde belli başlı bir organizasyonları yok ve yeterince izlemeden bir futbolcuya 2.5 – 3 milyon Euro gibi ciddi meblalar verip daha sonra onlardan verim alamamaları, ekonomik açıdan “güçsüz” olmalarından kaynaklanmıyor. Zaten önemli olan 4 milyon Euro harcamak değil, Falcao’yu keşfedebilmek. Olayın bu noktasında, kelimenin tam anlamıyla beceriksizlik abidesiyiz.

İstanbul kulüpleri, transferdeki başarısızlıklarını “o kadar da iyi olmayan” oyunculara, yüksek meblalar vererek kapatıyor. Bu da scout ekiplerindeki eksikliklerini, kısa vadede çözmelerine yarıyor. Gerçekten de bu tez, bu noktada doğru. Anadolu kulüpleri hatalarını örtmek için Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş gibi ekonomik güce sahip değiller. Fakat, bu bir bahane değil. Zira, rakip Arsenal, Chelsea, Manchester United ve Manchester City iken Everton’ın da “olağanüstü” bir ekonomik gücü yok.




David Moyes ve Everton bunun farkındaydı. Bunu çözmek için pek rastlamadığımız ama oldukça akıllıca bir çözüme başvurdular. Everton, Sports Interactive ve SEGA firmalarıyla anlaşmalar yaparak Football Manager oyununun alt yapısını kullandı. Bu onlara, yüzlerce genç oyuncu için harika bir veri tabanı sunuyordu. Sonuç olarak Everton, gerçekten de kısıtlı ekonomik imkanlarıyla büyük transfer hamlelerine imza attı. Rooney, Cahill, Fellaini, Baines, Jelavic gibi transferlerle harika bir kemik kadro kurdular ve bu saydığımız futbolculardan Rooney genç yaşında Manchester United’ın yolunu tutarken, daha sonradan kulübe katılan diğerleri de yakın zamanda Everton’a büyük bir kaynak sağlayacak. Tıpkı alt yapıdan yetişen ve 15 milyon Pound'a Manchester City'e satılan Jack Rodwell gibi.

Ekonomik seviye açısından farklılık, dünya futbolunda çözülmesi imkansız olan fakat varlığı da gerekli olan bir problem. Simon Kuper, “Futbolun Şifreleri” kitabında, tüm kulüplerin eşit bütçeye sahip olduğu NFL’den ziyade EPL’nin neden cezp edici olduğunu savunurken güç farkından doğan “romantik taraftar profiline” ve stadyum gelirlerine değinir. Yani bu fark, futbolun devamlılığı açısından kritiktir ve bununla yaşamalısınız.

Bu sebeplerden ötürü “yabancı sınırlaması” size bütçe konusunda da bir eşitlik sağlamadığı gibi, elinizi daraltır. Zira eğer kulüplerimiz doğru scout ekiplerine sahip olsalardı, az paraya kuracakları kemik kadrolarını diledikleri futbolcu ile güçlendirebilirlerdi. Anadolu’yla İstanbul arasındaki güç seviyesi sanılanın aksine yabancı sınırından değil, futbolumuzun temelindeki eksikliklerden kaynaklanıyor.

 Sonuç olarak, Türkiye Avrupa ülkelerine nazaran oldukça avantajlı bir nüfus niteliğine sahip. Genç nüfus oranı, Avrupa’nın diğer hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar yüksek değil. Ve, yakındığımız problemlerin çözüm yolu kesinlikle “yabancı sınırlaması” değil.

Bir Türk kulübünü ekonomik açıdan zayıflatan, genç Türk futbolcusunu niteliksiz kılan ve kendi içinde bu kadar büyük güç farkı olan bir ligi oluşturan yine kendimiziz. “Yabancı sınırlaması” 100 yıl boyunca devam etse de, yukarıdaki 3 soruna doğru çözümü bulamayacağız. Çünkü, sorunun kaynağının farkında değiliz. Arsenal, ilk 11’inde İngiliz futbolcu olmadan Premier Lig maçlarına çıkmıştı. Türkiye’de olsa, şampiyon olabilecek bir kadroya sahipler. Fakat Türkiye’de olamazlar, çünkü yabancı sınırına uymuyorlar…