19 Temmuz 2013 Cuma

Karpatların Maradonası


Nasıl ki, bir büyük yanınıza teşrif ettiğinde ceketinizin düğmesini ilikliyorsanız, yıllanmış bir Galatasaraylı'nın ağzından Hagi'yle ilgili bir hikâye çıkacağını anladığınızda da üzerinize şöyle bir titreme gelir. Hele ki, -tıpkı benim gibi- onu, canlı gözle izleme şansına erişemediyseniz üzerinizdeki bu titremenin etkisi sıtmaya varana kadar çoğalır. Çünkü, Hagi'yi izlemek, bir Galatasaraylı'ya bahşedilmiş en büyük lütuflardan biridir, ben bunu bir kaç yılla kaçırmıştım. Bu sebeple, birazdan onunla ilgili karalayacaklarımı muhtemelen bir çok Galatasaraylı büyüğüm ezberden söyleyebilecek kadar dinlemiştir. Bu yüzden sürç-i lisan edersem, şimdiden affola. 

Karpat sıradağlarının eteğindeki küçük Romanya'da, Karpatların Maradona'sı, bembeyaz olmuş bir coğrafyanın 5 şubatında dünyaya gelmişti. Tıpkı memlekette olduğu gibi, Karpatya'dan da ortalama üzeri futbolcuların yetişiyor olması alışılagelmiş bir durumdu. İç içe geçmiş bir çok kültür, bir çok güzel adamı futbol tarihine kazandırmaya alışmıştı. Fakat, Hagi farklıydı. Çünkü ressamların, heykeltraşların, edebiyatçıların aksine, Hagi sol ayağıyla sanat yapan bir adamdı. Sahaya vurduğu her fırça darbesi, ancak bir sanat eserinden fırlamış olabilirdi. Nitekim, ülkesinde geçirdiği 8 yılın ardından, futbolun rönesansına ulaşma vakti gelmişti. Tıpkı, rönesans öncesi İstanbul'dan Avrupa'ya sığınan sanatçılar gibi, o da hayatını değiştirecek olan kararı vermişti. Karpatların Maradonası, hayatında ilk kez Karpatların ardına çıkıyordu. Real Madrid, uzak coğrafyadan bir sanatçı transfer etmişti.

İmza atan kim olursa olsun, Madrid'de baskı daima fazla olurdu. Yıllardır kazanmış bir takımın taraftarından da mütevazilik beklemek, olur şey değildi zaten. Bu yüzden Hagi için bile ''köyden indim şehre'' baskısıyla yüzleşmek o kadar da kolay olmadı. Nitekim bu baskı, onu özel yapan bir çok yeteneğine de leke sürülmüşçesine yapışmıştı üzerine. Hagi ilk sezonunda beklentileri karşılayamazken, istenmeyen adam ilan edilmesi de uzun sürmemişti. Fakat ayrılmamak konusunda diretiyordu. Tıpkı son demlerindeki bir adam edasıyla bu adam, yapacak çok şeyi olduğunun farkındaydı. Ayrılmadı. Santiago Barnebeu, o sezon her sahaya çıkışında onların aristokrat duygularının verdiği egoyla istemedikleri Hagi'nin; bir maestro edasıyla tüm Madrid'i yönetişine tanıklık etmişti. Karpatların Maradonası dümendeyken, her şey yolunda gibi gözüküyordu. En azından son haftaya kadar. Tenerife'ye 3-2 mağlup olan Madrid, şampiyonluğu elleriyle Barcelona'nın ellerine verirken Hagi'nin de ayrılma vakti gelip çatmıştı. İlk kez kazanamayan bir adama bu denli bağlanan Madrid tribünleri, onun sözleşme teklifini reddedişini de eli kolu bağlı izliyordu. Real Madrid'de geçirdiği iki sezonda 64 maçta 15 gol atıp 42 asist yapan Hagi, tanıdık bir isim olan Mircea Lucescu'nun isteğiyle şaşkınlık veren bir karar sonrası dünyanın zirvesinden Brescia'ya doğru yola çıkmıştı bile. 

O, gerçekten de Karpatların ''Maradonası'ydı'' tıpkı yüce Diego gibi, onun da kaderinde İspanya'dan İtalya yollarına düşmek, mütevazi kalplere zafer duygusunu tattırmak vardı. Zaten hal-i hazırda Lucescu ve Hagi, rakı balık tadı veriyordu. İlk sezonunda liderliğini üstlendiği Brescia'da, 2. sezonunda pazubandı koluna geçiren Hagi, kulüp tarihinin en büyük zaferlerinden birine önderlik ederek Brescia'ya Anglo-İtalya Kupası'nı kazandıracaktı. Ardından, rüya sezonu taçlandıran 94' Amerika Dünya Kupası'nda, Romanya formasıyla bir çok dev bir yana Maradona'yı bile gölgede bırakacak bir performans sergilemişti. Karpatların Maradonası'na da bu yakışırdı zaten. Belki de Maradona, Latin Amerika'nın Hagi'siydi. Nitekim, Cruyff turnuvanın ardından ''Bu sezonun en iyi futbolcusu tartışmasız Hagi'dir.'' diyor, ve ardından ona Katalan ekibinin formasını giydiriyordu. Hagi, Galatasaray'dan önceki son durağı olan Barcelona'ya imza atıyordu.

Onu bu derece öven, Katalunya'ya gelmesi için kılı kırk yaran Cruyff, onu kulübenin müdavimi yapıyordu. Hagi'nin ise ele avuca sığmaz tavırları adeta ateşle barutun yan yana gelmesi gibiydi. Üstelik Barcelona taraftarları da artık onu istemiyordu. Fakat bu, bir tarihin kesişme noktasına tekabül edecekti. Onu isteyen, imzası için İstanbul'u yakacak bir adam vardı. İmparator Fatih Terim, Kumandan Hagi'yi kadrosunda görmek istiyordu! Evet yaşı 30'u geçmişti, saçları da yavaş yavaş ağarmıştı fakat Hagi İstanbul'a gelirken, sanatını da yanında getiriyordu. Karpatların Maradonası, Galatasaray tarihinin sayfalara sığmaz satırlarına ortak olmak için yola çıkmıştı bile. Kimileri Fatih Terim'in arkasından ''n'apıyor bu adam?'' diyor, kimileriyse yaşı 31 olan Hagi'nin yaşını 35 yazıyordu. Türk basını üstüne düşeni yapmış, yine bir yolunu bulup kavuşmayı lekelemişti. Onlara verilecek cevap, tarih sayfalarına geçecek türden olacaktı. Basın yalan yazıyordu...

İmparator ve kumandanı, uğruna tezahüratlar yazılacak o dört yılın arefesindeydi. İlk 3 lig maçında sırasıyla attığı her gol, kazandıran goller olmak dışında, ''yalan yazan basına'' tabir-i caizse kapak niteliğinde olacaktı. İşte, yazımın başında belirttiğim yılların başlangıcı böyle oluyordu. Galatasaray, Lâle Devri'ni yaşayacaktı. Ulubatlı Souness çok sevilirdi. Fakat Fatih Terim'in ''ilahlık'' mertebesine ulaşma vakti gelmişti. Hagi ve Galatasaray ilk sezonunda ligi kazanırken; Bülent Korkmaz, Suat Kaya, Hakan Ünsal, Ümit Davala, Ergün, Okan, büyük Hakan, Arif (Manchesterlı Arif deyin, bilirler) ve daha niceleri kadrodaydı. Ben henüz kundaktayken, Galatasaray kadrosu, tarihin en güçlü ordularını gören İstanbul'un en ücra sokaklarında bile titremesini hissettirecek bir mertebeye ulaşmıştı. Öyle ki, en azından dinlediğim hikâyelerin hatrına söyleyebilirim: Kadın boşanır, iş bırakılır, arkadaş ve aile unutulur, Galatasaray seyredilirdi. Üstelik yaşıyla eleştirilen Hagi, tribünün sahadaki ağzı, dili, yüreği, ciğeri gibiydi. Luis Fernandez'in söylediği gibi Hagi şarap gibiydi, yıllandıkça güzelleşiyordu. Ona artık Karpatların Maradonası demek, şerefine küfretmek gibi bir şeydi. Yahu, kim takardı Maradona'yı? Hagi sol ayağına topu oturtup, kaleyi gördüğü vakit tribündeki adam adını bile unuturdu zaten. O sol ayağını Picasso'nun fırçası gibi kullanıyor, tribünler de hep bir ağızdan ''I love you Hagi!'' diye bağırıyordu. Picasso, Van Gogh ve niceleri. Kim böyle bir sevda tablosunu onun kadar iyi çizebilirdi? 

Metin Oktay'a nazire ediyordu artık Galatasaray. Bir din mertebesine ulaşmıştı, Hagi de kulu ve elçisiydi taraftarın. Tapılıyordu sanki ona. Futbol dininden bir çok Galatasaraylı, haftalık ibadetini bir meczup gibi bekliyordu. Hagi bir gizli forvet değildi sadece, bir duran top ustası veya meziyetleriyle ünlü bir topçu değildi. Futbolun en kutsal görevinin elçisiydi. Tribünden biri onu izlerken, kendisi oynuyormuş gibi hissederdi. Hagi ise tribüne bakarken, onlardan farksız olduğunun farkındaydı. Tüm bu duygusal misyonların yanında, sadık bir askerdi. İmparator ve kumandan, taktik tabelasındaki ilk misyonlarını tamamlamışlardı. Tıpkı meşhur tezahürattaki gibi başarı sırasıyla geliyordu. ''Dört sene üst üste şampiyon olduk...'' diyordu Galatasaray taraftarı, yarım kalan cümleleri nihayete ulaştırmak vakti gelmişti. Yıl 2000, yer Kopenhag'tı. Bir arma ve bir bayrak eksikti, tamamlanacaktı... Tarihi tesadüflerin en güzeliydi. Şampiyonlar Ligi'nde grup 3. sü olan Galatasaray, 3. turda UEFA Kupası'nda Bologna'ya rakip oluyordu. Kazanmayı bilen bir çok adam, Hakan Şükür'ün önderliğinde tur kapısını aralıyordu. Yıllar sonra, bu zaferin hikâyesi şöyle yazılacaktı: ''Kasım 1999'da Avrupa'da bahisçiler, Galatasaray'ın UEFA 2000 kupasını alma ihtimalini, 1'e 250 olarak hesapladı.Leeds United maçından önce Avrupa'da ihtimaller, 1'e 16'ya düşmüştü. Ama burada, kimileri için hala tek bir ihtimal vardı...'' Türk basınının kafasız adamı Fatih Terim, 35'lik Hagi'si, Avrupa'nın ihtimal dahi vermediği bu takım en saf hayallerin temsilcisi olacaktı. 

Sırasıyla Dortmund, Mallorca ve Leeds engellerini o ''tek ihtimalli'' adamlar Hagi'nin önderliğinde aşarken halk artık ''acaba?'' diyordu. Viyana kapısından tam 3 kez dönen Osmanlı'nın torunlarına Avrupa kapılarını Galatasaray açabilir miydi? Eksik tamamlanıyordu. Tezahüratlar canlanıyordu. Adeta dualarla yaşıyordu takım. Paranın şerrine, inancın kudretiyle yanıt veriyordu. Yıl 2000, yer Kopenhag'tı ve artık bir arma, bir bayrak vardı! ''Avrupa'nın kralı olduk...'' için, 120 dakika beklenecekti. Hagi'nin ortasında Arif'in vuruşu kornere çıkarken yürekler ağza gelmişti. Manchester kahramanı Arif, 45. dakikadaki pozisyonu da tribünlerde bitirecekti. Müslüman olarak stada gelen adamları, dinden çıkaracak bir heyecan vardı. Kahrolası gol, gelmiyordu. İkinci yarı da bitmişti.. Uzatma devrelerinde Henry çizgide kafayı vurmuş, Taffarel kelimenin tam anlamıyla uçmuştu. Penaltılardaydı sıra. Saha kenarında bir imparator, titreyen milyonlar, sahada da bir tarihin mimarları vardı. Hakan atarken Suker kaçırmıştı. Davala atarken, Vieira direğe vurmuştu. Sırada Popescu vardı. Levent Özçelik mikrofonda çıldırmış gibiydi. Popescu! Haydi oğlum! Haydi oğlum! ve ölüm sessizliği. Ardından da Seaman'ın çaresiz bakışları. Sanki 10 saniyeliğine görmez, duymaz olmuştu Galatasaraylılar. Popescu atmış, Galatasaray kazanmıştı. Ömer Üründül ''Korkunç bir şey!'' diyordu. Erkek adam ağlamaz mıydı hiç? Milyonlar hıçkırıyordu. Yıllar sonra ben hikâyelerimi canlandıracak maç kayıtlarını izlerken hıçkırıyordum. İmparator, kumandan ve askerleri kazanmıştı! Karpatların Maradonası'nın vurdum duymaz tavırları bile eriyip gitmişti. Bülent bir cengaver gibiydi, ''Avrupa'nın kralı olduk!'' ekleniyordu tezahüratlara. Ardından, onu işe yaramaz adam ilan edip gönderen Madrid'e Hagi en güzel hediyesini veriyordu Süper Kupa'yı kollarına alarak. Roberto Carlos sol bek olduğuna lanet ediyordu. Lâle Devri bitiyor, Hagi de ayrılıyordu artık.

10 numaralı formasıyla, muhteşem bir jubile maçının ardından, yıllanmış şarap için de artık kenara çekilme vakti gelmişti. Onun emekli edilen formasını giyen Hakan Şükür, adını değil sadece baş harfini yazdırıyordu formasına. O gittikten yıllar sonra hâlâ ''I love you Hagi!'' diye inliyordu Sami Yen, ölüm Allah'ın emriydi de, ayrılık dayanılacak şey değildi. Doğum tarihime lanet etmiştim artık. Anca, onun ayrılığına mı denk gelmişti aklımın başıma geldiği yıllar? Affedin. Abiler, sürç-i lisan ettiysem, atladıysam bildiklerinizi affedin. Duyduğum kadar, hissettiğim kadar bildim Hagi'yi. Onu izleme şerefine nail olamadım. Şu gün bile adamdan saymıyorsam kendimi, bundandır. Affedin. İstemeden tahrik ettiysem böyle bir günde Fenerbahçeliler'i. Çok seviyormuşuz demek ki. Kulübede, takım elbiseli Hagi'yi hiç sevemedim. Hep parçalı istedim onun üzerinde. Affetsin beni Hagi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder