24 Ocak 2013 Perşembe

Bir Ben Vardır Benden İçeri: Eric Cantona


Bazı futbolcuları futbol kitabında yazan hiçbir kalıba uyduramazsınız. Giydikleri forma bile dar gelir taşıdıkları kocaman yüreğe. Ve yine bazı futbolcuları anlayabilmek için, hayata onlar gibi bakmak gerekir. Cantona bu örneklerin belki de en güzeliydi. “Fransız Devrimi’nin” bir vücutta hayat bulmuş hâli gibiydi. Hiçbir hareketi mantık kılıfına uydurabileceğiniz cinsten değildi. Aynı şekilde attığı hiçbir gol, o güne kadar yazılmış fizik kurallarıyla bağdaşmıyordu. Uzun boyluydu ama olağanüstü bir tekniğe sahipti. Hırçındı ama saygı duyulacak adamdı. Bugün İngiliz futbolcu bulmakta zorlandığınız Premier Lig’e diğer kıtalarda da futbol olduğunu hatırlatan adamdı. Bunların hiçbiri sizi tatmin etmiyorsa, basit bir örnekle O, “yakalı formanın” en çok yakıştığı adamdı. Manchester United,  O gittikten sonra yakalı forma giymedi bile. Sahada fazla bir şey yapmasına gerek yoktu, o yakasını kaldırırdı, Old Trafford da ellerini…

Eric Cantona, 24 Mayıs 1966’da Marsilya’da doğdu. Onu takip eden insanların bildiği gibi Manchester United’ın forma sponsoru Nike, yıllarca bu tarihi kullandı. 66’ İngiltere için harika bir yıldı. Tarihlerinde ilk  -ve son- kez Dünya Kupası’nı kazanma şerefine nail olmuşlardı. Fakat çok daha önemli bir şey daha vardı: O yıl Cantona dünyaya gelmişti! Marsilya, Fransa’da şüphesiz etnik çatışmanın en çok yaşandığı yerdi. Tarih boyunca Fransızlar tarafından sömürülen Afrikalılar, çareyi Marsilya Limanı’nda çalışmakta bulmuştu. Cantona’nın ailesi de göçmenlerden oluşuyordu. Babası bir İtalyan, annesi de bir Katalan’dı. Fakat bu durum, onun gelişimini kötü yönde etkileyecek bir senaryoya sebebiyet vermedi. Dediğim gibi Marsilya, bu şekilde binlerce aileden oluşuyordu. Cantona, dışlanmışlık hissetmek yerine en kötü senaryoyu görmüş, güçlü bir ailenin genç bir ferdi olarak yetişti. Futbola da, yaşadığı bölgenin yerel bir takımı olan SO Les Caillols’de başladı. Gençliğinde kalecilik de yapmış olan babasının peşinden gideceği aşikârdı. Ama o futbolu 90 dakika kalede duramayacak kadar çok seviyordu. Üstelik olağanüstü bir tekniğe sahipti. Antrenörü de onu kendi kalesi yerine rakip kalenin önüne koydu. O günden itibaren onun karşısına çıkan her takım da antrenörüne lanet etti…

Futbola devam etmesi için kritik bir karar vermesi gerekiyordu. Auxerre’in teklifi cezp ediciydi ama ailesinin tam 600 kilometre uzağına yerleşmek zorunda kalacaktı. Bu çok güçlü bir çocuk için bile can yakıcıydı. Ama Cantona, teklifi geri çevirmedi. Auxerre’e imzası onun için bir milattı, burada yeni bir ailesi olacaktı. Four Four Two ile Kasım 2008’de yaptığı röportaj bu yıllardan bahsederken şöyle söyler: “Guy Roux (Auxerre teknik direktörü) hepimizin babası gibiydi. O daima burada bir aile ortamı kurmaya çalıştı. Başka bir takıma gitseydim yalnızlık çekebilirdim. Ama orada mutluydum…”  Genç takımda geçirdiği 2 yılın ardından askerlik çağı da gelmişti. Bir başka adam bu görevden sıyrılmanın bir yolunu bulabilirdi ama Cantona böyle yapmadı. “Kalıbının adamı olmak” bunu gerektirirdi. Görevden döndükten sonra kısa bir süreliğine Martigues’de kiralık olarak forma giydi. Ardından da Marsilya ile profesyonel sözleşme imzaladı ve ilk kez milli takım forması giydi. Kesinlikle çok yetenekliydi. Sorumluluk sahibi, kendi hâlinde bir genç görünümü veriyordu. Fakat damarlarında akan Cantona çok farklıydı. Kontrol edilemez bir hırçınlığa sahipti ve sorunları çözme şekli kesinlikle “medeni yollar” değildi. 1987’de takım arkadaşı Bruno Martini’nin suratının ortasına attığı yumruk, kariyerinin ilk çılgınlığı olacaktı. Ki zaten durdurulamıyordu. Bugüne kadar yaptıklarını sineye çeken kulübü de işlerin çığırından çıktığını fark etmiş olacak, Torpedo Moskova karşılaşmasında rakip taraftarlara doğru attığı topun ardından 1 aylığına uzaklaştırma cezasına çarptırıldı. Ardından da milli takımdan 1 yıllık uzaklaştırma… Cantona’nın yeteneği su götürmez bir gerçekti ama sırf yetenekli olduğu için davranışlarına göz yummak olur şey değildi. Yol ayrımında olduğunun farkındaydı. Fevri davranmanın ona bir faydası olmadığı gibi onu sonu olmayan bir yola dahi sürükleyebilirdi. Kendisiyle yüzleşmesi adına üst üste 2 sezon Bordeaux ve Montpellier’de kiralık olarak forma giydi.

Burada da fazla barınamadı. 11 maçta 6 gol oldukça iyi bir orandı ama takım arkadaşı Jean-Claude Lemoult’nun suratına fırlattığı kramponlar ona kapının ardını bir kez daha gösterdi. Ya tüm dünya bu adama karşıydı ya da kelimenin tam anlamıyla bir kaçıktı. Laurent Blanc ve Carlos Valderrama onun kalmasında ısrarcı olunca, kulüp bunu kabul etti. Sezon sonunda takım Fransa Kupası’nı kazanıyordu ancak yine de bu kaçığı ait olduğu yere göndermek gerekirdi. Marsilya’ya geri döndü. Burası onun şehriydi. Onu Cantona yapan tüm değerler bir aradaydı. Sakin kalabildiği yegâne yer zaten burasıydı. Burada antrenör Gerard Gili ve Franz Beckenbauer ile sakin bir kimliğe büründü. En azından bir süre sadece işini yapacaktı. Fakat sonuçlardan memnun olmayan kulüp başkanı Beckenbauer’i apar topar evine gönderdi. Ertesi sezon Raymond Goethals yönetiminde Marsilya Ligue 1 şampiyonluğuna erişti fakat Cantona için bu yolun da sonu gelmişti. Buradan apar topar transfer olduğu Nimes’de sadece 16 maça çıkabildi. Bir maç esnasında hakemin suratına fırlattığı top, burada da kariyerine nokta koymasına sebebiyet veriyordu. Belki de ciddi bir hava değişimi gerekliydi. Olağanüstü yetenekliydi ama bir türlü sakin kalmayı başaramıyordu. Gerard Hoillier’in tavsiyesine uydu ve İngiltere’nin, Leeds United’ın yolunu tuttu…

Kariyerinin en doğru tercihi olduğu kesindi. Premier Lig’in kurulduğu ilk sezondu ve zaten bu ligin kuruluş amaçlarından biri de İngiliz futbolunu evrensel hâle getirmekti. Cantona, bu oluşumun ilk yabancılarından biri olacaktı. Ama etkisi günümüze kadar sürecek olan “scoutluk” kavramının değerinin altını bir kez daha çizdirecekti. Leeds formasıyla çıktığı 28 maçta fileleri yalnızca 9 kez havalandırmıştı ama verdiği paslarla o sezon ligin gol kralı olacak olan Lee Chapman’i besleyecekti. Üstelik Premier Lig’in ilk şampiyonu olma unvanına erişen bir takımın en önemli parçalarından birisi olmuştu. Charity Shield’da Liverpool’a karşı ve takip eden maçta ligde Tottenham’a karşı yaptığı hat-trickler kendisini kanıtlaması adına yeterliydi. Yeteneği hâlâ ilk günkü gibiydi ama değişen bir şey vardı: Ayakları yere sağlam basan bir Cantona’ydı artık. Belki de yaşadığı onlarca tecrübe bunu gerektiriyordu. Sir Alex Ferguson’ı böylesin etkilemesinin başka bir açıklaması da zaten olamazdı. Sezon sonunda 1.2 milyon İngiliz Sterlin’i karşılığında “Düşler Tiyatrosu’nun” yolunu tutacaktı. Burada geçirdiği 5 sezon boyunca Düşler Tiyatrosu, tarihinin en güzel oyunlarına ev sahipliği yapacaktı. Ferguson gibi bir yönetmenin, Cantona gibi bir aktörü vardı artık. Böylesine güzel bir tiyatro oyunu ancak 2 şekilde çıkmış olabilirdi: Ya Shakespeare’in elinden, ya da Ferguson’ın beyninden…

İlk sezonunda beklenen etkiyi verememişti. Manchester United’ın ciddi bir gol sıkıntısı vardı ve Cantona’nın bu etkisizliği soruna tuz biber olmuştu sanki. Yine de ciddi bir rakibin olmayışı onları bir anda zirveye taşımıştı. Old Trafford 1966-67’ sezonundan sonra ilk kez şampiyonluğu tadıyordu. Cantona’nın pek katkısı olmasa da, Ferguson onun üzerinde ısrarla duruyordu. Sanki kimsenin görmediği bir şeyin farkındaydı. Cantona’da bir şey olmalıydı… Eksik tamamlanıyordu. Manchester ile 2. sezonundan itibaren “7” numaralı formayı giymeye başlamıştı Cantona.  İnanılmaz bir sezonu geride bırakacaklardı. Önce üst üste 2. Premier Lig şampiyonluğu, ardından FA Cup şampiyonluğu ve Lig Kupası finali… Düşler Tiyatrosu’nun gördüğü en anlamlı oyunun 2. perdesi kesinlikle takdire şayandı. Ferguson’ın kumarı tutmuştu, aynı şekilde Houllier, Platini, Blanc, Beckenbauer gibi adamlar onu evlerindeki koltukta yüzlerinde tebessüm ile izliyorlardı. Belki de koca dünyada Cantona’nın başarabileceğine inanan 5 adam vardı. Aynı sezonda Galatasaray’a karşı kırmızı kart gördüğü o maç –Evet evet, Arif’in Manchester’a attığı golün eşleşmesi.. – ve ligde ardı ardına gördüğü 2 kırmızı kart, sahaya çıkamaması dışında hiçbir olumsuz etki yapmıyordu onun adına. Sonunda, onu olduğu gibi kabul eden bir yerdeydi belki de. Hoş, böylesine deli adamlara da ihtiyaç vardı takımda. Cantona, asi Manchester ruhunun dışa vurumu gibiydi ve şehir onu çoktan kabullenmişti… Sırada Cantona’yı tanısın tanımasın adını bir kez duymuş her insanın mutlaka bileceği o “Crystal Palace” vakasının olduğu sezon vardı…

Sezon öncesi kazanılan Charity Shield’a, sezon sonunda Premier Lig şampiyonluğu da eklenmişti. Cantona, Premier Lig’in ilk 6 yılının tamamında da şampiyonluk görmüştü. İnanılmaz bir başarıydı. Onun önderlik ettiği takımın bu türden bir başarı sergilemesi Premier Lig’in kuruluş mottosunun da bir temsil-i resmi gibiydi sanki. Yine de keskin sirke, küpüne zarardı… Crystal Palace ile oynanan karşılaşmasında oyundan atıldıktan sonra soyunma odasına doğru yürürken ansızın Palace taraftarlarının birine uçan tekme atan Cantona, yine FFT’ye verdiği röportajda olayı şöyle anlatıyor: “Onu yumrukladım. Ama ona yeterince sert vurmadım. Ona daha sert vurmalıydım!” Olayın ardından tutuklanmasının, 120 saatini tutuklu geçirmesinin veya FA tarafından aldığı hiçbir cezanın önemi yoktu. Cantona, kendi sorunlarını yine kendi yöntemleriyle çözmüştü. Evet, bir saygı abidesi veya muazzam bir karakter örneği değildi ama hayatı boyunca yaptığı en berbat şeylerin bile arkasındaydı. Daima bambaşka bir adam olmuştu.  Geri döndüğünde eskiden ne yapıyorsa, aynısını yapmaya devam etti. Yanlış şeyler yaptığı da oldu, ama daima “ona göre doğru olanın” peşinden gitti. “İyi bir adam olmadı, ama kimsenin adamı da olmadı” Cantona. (Behzat Ç.’ye selamlar)

 Ferguson da daima arkasında oldu onun. Takip eden sezonda kaptanlık pazı bandını koluna geçirdi. Bir kez daha şampiyonluğu tattı, yakalarını bir kez daha havaya kaldırdı. Oyunun son perdesi bir drama gibiydi. Düşler Tiyatrosu, böylesini düşleyemezdi. Çok yetenekli bir deliydi, felsefe mezunuydu, anarşistti… Mevcut olan tüm düzeni kendince yorumladı, romantikti. Hiçbir zaman kazandığı para için değil, daha iyisi olmak, daha çok kazanmak için oynadı. Bir para babası olmadı. Dünyanın en iyi futbolcusu da değildi. Ama Old Trafford onu seviyordu, o da Old Trafford’u.  “Manchester’dan ayrıldıktan sonra futbol tutkumu kaybettim…” diyordu. Siyasete girdi, adına filmler çekildi, Nike’ın “Joga Bonito” hareketini yönetti. Cantona, futbol kitabının gördüğü en güzel deliydi. Bir başka iş yapsa yüzüne bakılmazdı belki de, ama yeşil sahalarda böylesi bir deliye kurban olunurdu… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder