29 Ocak 2013 Salı

Başbakan Pirlo


İtalya’da iki başbakan vardır. Birisi büyük, şaşalı bir binanın içinde siyah, deri koltuğuna oturur, sürekli takım elbise giyip kravat takar, yanında onlarca koruma, elinde de bir konuşma metniyle gezer. Bir ülkenin idaresi onun elindedir. Diğeriyse, kramponunun üzerine tozluğunu ve şortunu, onun üzerine de formasını giyer. İşe daima uzun, dalgalı saçlarına zaman zaman eşlik eden sert sakallarıyla gider. Elinde bir konuşma metni yoktur. Zaten o konuştuğu vakit, ağzının kıpırdadığını göremezsiniz. Onun ağzı da, dili de sağ ayağıdır. Bir çevirmene de ihtiyacı yoktur üstelik, konuştuğu dili anlamanız için onu izleme şerefine nail olmanız yeterlidir. Bir ülkenin idaresi değil belki ama, o işe gittiği vakit yanındaki 10 adamın idaresi de ona aittir. Üstelik, kalemle kağıtla uğraşmayan tek mimardır. Onun eserlerine, İtalya’daki her stadyumun bir köşesinde rastlayabilirsiniz. Üstelik, onu sevenlerin kurduğu parti, dünya üzerinde bir muhalifi olmayan tek partidir. Bazıları ona “başbakan”, bazıları da “mimar” der.. Siz, Andrea Pirlo diyebilirsiniz.

Pirlo, İtalya’da sıcaktan hallice bir bahar mayısında, terra-rossaların (İtalya’da bulunan toprak türü) üzerindeki ıslaklık, yerini yavaşça sıcağa bıraktığı günlerden birinde, 19 Mayıs 1979’da dünyaya gelir. Alt yapı kariyerini Brescia’da geçiren Pirlo, sadece 1 yıl sonra, A takıma yükselir. Kalburüstü İtalyan takımlarından biri olan Brescia, Pirlo için bir basamaktan öte olmayacaktır. Burada geçirdiği 3 yılın ardından tanıdık bir isim olan Mircea Lucescu tarafından Inter’e transfer edilir. Ondaki yeteneğin farkına ilk varan da Lucescu olur. Defansif bir futbol anlayışı gelenek bilinen İtalya’da, oyunun her yönünde oynayıp, oyun kurabilen bir futbolcu, hele ki gençse altın değerindedir. Lâkin Inter, elindeki cevherin kıymetini bilemeyecektir. Lucescu ve Inter bekleneni veremezken fatura Pirlo gibi genç oyunculara kesilir. Buradaki macerası sadece 22 maçtan ibaret olan Pirlo önce Reggina’ya, ardından da ilk takımı olan Brescia’ya kiralanır. Ortalamayı aşamaz. Lâkin, 2000 Avrupa U-21 Şampiyonası’nda İtalyan milli takımının kaptanlığını üstlenen Pirlo,En Değerli Futbolcu seçilmesinin yanında, turnuvayı gol kralı olarak tamamlar. Bu dönüm noktası, Milan ve Cesare Maldini’nin cesurca hamlesi için yeterlidir. Onun için 18 milyon Euro’yu kasasından çıkaran Milan, maden işleyen bir ülke gibiyken, Inter ise elindeki kaynakların hiçbirinden faydalanamayan aciz bir ülke gibidir. Pirlo, burada tam 10 sene geçirecektir…

Buradaki ilk yılı, onun için tam anlamıyla bir tecrübe yılı olur. Ondaki yeteneği fark eden Cesare Maldini, sezonu tamamlayamadan yerini Fatih Terim’e bırakır. Terim de aynı sezonu tamamlayamayıp yerini Carlo Ancelotti’ye bırakır. Kısa bir süre içinde Pirlo, Maldini’den klasik İtalyan savunmasını, Fatih Terim’den Türk futbolunun taktik tahtası bilmeyen duygusal oyununu öğrenir.  Üstelik Fatih Hoca, onu oyun kurucu defansif orta saha olarak oynatan ilk antrenörü olacaktır. Bu, Pirlo’nun oyun stilinde bir dönüm noktasına tekabül edecektir. Kalan yıllarında ona eşlik edecek olan Ancelotti ise, onun belki de 2. babası olacaktır. Onu dünyaya getirmeyen, lâkin neden dünyada olduğunu ona hatırlatan babası… Ancelotti’nin kafasındaki oyun düzeni, kalıplaşmış bir savunma anlayışı güden İtalya’da, devrim niteliğinde olur. Onun kafasındaki dörtlü orta saha, oyunun her yönüne adapte olabilen bir kimlik taşır. Oyunu, defans dörtlüsünün önündeki Pirlo kurarken, Rui Costa  3. bölgedeki pas alış verişini dengeler. Bu efsane ikiliye de tuttuğunu koparan Gattuso ile, Hollanda ekolünün en güzel eserlerinden biri olan Seedorf katılır. Pirlo artık dünyanın en dengeli orta sahasının mimarı niteliğindedir, başarı da gecikmez. Burada geçirdiği 2. yılına denk gelen 2002-03’ sezonunda, ligin; en çok pas yapan, en isabetli pas yapan, en çok topla oynayan futbolcusu olur. İtalyan savunmaları, sadece 2 forvetle delinemeyecek kadar sıkıdır, fakat rakip ceza sahasının yaklaşık 50 metre gerisindeki Pirlo, oraya hiç yaklaşmadan orayı delip geçen paslar atmaktadır. Zaten, Pirlo gibi oynarsanız, rakip kaleye sadece serbest vuruş için yaklaşırsınız, o da en nihayetinde gol olur…
Milan’da geçirdiği ilk 3 yılını Serie A, İtalya Kupası ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarıyla taçlandıran Pirlo ve “onun adamlarına”, en az onlar kadar güzel olacak bir adam katılır. 2003 yılında Milan tarafından transfer edilen Kaka, Rui Costa’dan aldığı mirası en güzel şekilde taşıyan adam olacaktır. Pirlo bir başbakan, onun yanındakiler de kabinesinin bir parçası gibidir. Milan, onun bulunduğu yıllar boyunca orta saha dörtlüsünü bir daha asla değiştirmez. Birlikte şarap tadı vereceklerdir. Dile kolay tam 10 yıl boyunca birlikte olacak bu adamlar - ve Kaka - yıllandıkça yaşlanacak, yaşlandıkça tat verecektir. Milan, tüm bu güzel futbola rağmen bir türlü Serie A’da istenileni verememektedir. Juventus’un şampiyonlukları, Roma’nın etkili futbolunun yanında Milan sadece hafifçe kıpırdanabilmekte, Inter ise kara deliğe ilerler misali, her gün daha da geri çekilmektedir. Bu yılların Calciopoli yılları olduğu gerçeği, çok daha sonra ortaya çıkacak olsa da, İtalyan futbolunun sahada güzel, dışarıda çirkin oluşu belki de şampiyonsuzluk geçen yılların da güzel olabileceği gerçeğine sürülen en kötü leke olmuştu, kim bilir, Milan’ın Calciopoli hikâyesi biraz da trajikomiktir. Zira “sahada” bir başbakan zaten vardı deri koltukta oturan başbakandan medet ummak, Milan’ı tarihinin en rezil dönemine sürüklemişti belki de.. Üstelik böylesine bir hüzne, İstanbul’da kaybedilen efsanevi 2005 Şampiyonlar Ligi finali de eklenince, Milan için buhranlı dönemin atlatılması kati suretle şarttı. “Sahadaki başbakanın” sırası gelmişti…

Pirlo, Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda takımın bel kemiğiydi. Belki de, Rönesans döneminden sonra İtalya’nın gördüğü en iyi mimarlık örneklerini sergilemişti orada. Şans bile tanınmayan, yaş ortalamasından dem vurulan İtalyan milli takımı, Calciopoli’den Dünya Kupası şampiyonluğuyla sirkelenirken, başbakan kendi “kalkınma planının” 2. aşamasına gelmişti. 2005’in intikamını alırcasına Liverpool karşısında kazanılan Şampiyonlar Ligi, yine Pirlo’nun önderliğinde, Kaka’nın efsanevi futboluyla gerçekleşmişti. Demiştim ya İtalyan’ın 2 başbakanı var diye, onların bir farkı da buydu işte. Biri rezil ederken, diğeri vezir edip, dünyanın da, Avrupa’nın da zirvesine oturtmuştu İtalya’yı. Üstelik emrinde bir ordu olmadan, kimse ona oy vermeden, hiç konuşmadan. Sadece, sağ ayağının içiyle…  Lâkin, Serie A’da işler yolunda gitmemeye devam ediyordu, belki Pirlo şarap gibi yıllandıkça tat veriyordu ama, Milano’da insanlar şaraptan sıkılmıştı artık, kim bilir? Ibrahimovic’in önderliğinde kazanılan şampiyonluğun ardından Pirlo, buradaki 10 yılına veda ediyordu. Milan, “gençleştirme politikası” kılıfını uydurduğu bir dizi değişikliğe, Pirlo’yu da katmıştı. Zaten, “yönetimde iki başlılık” olmazdı. Belki de Milan’a bir başbakan yeterliydi, Pirlo da böylece 2011 yazında Torino’nun, Juventus’un yolunu tuttu…

Calciopoli’den sonra ayağa kalkması gereken bir diğer taraf da “Yaşlı Kadın’dı” (Juventus’un İtalya’daki lakabıdır). Yaşlı Kadın’ı elinden tutup kaldırmak da ancak Pirlo gibi bir centilmene yakışırdı. Pirlo, Vidal’le harika bir ikili oluşturdu. Del Piero, Buffon ve Chiellini de bu birlikteliğe harika ayak uydurdu. Juventus, Pirlo’nun önderliğinde savunmada sert, hücumda inanılmaz yaratıcı bir oyun oynadı. Üstelik Pirlo belki de hayatında ilk kez hak ettiği saygıyı görmeye başladı..2012 Avrupa Şampiyonası’nın en değerli futbolcusu seçildi, üstelik şampiyonluğa uzanamadan, bir çok insan onun futbolundan bahsetti.. “Panenka” penaltısı onunla bir kez daha doğdu, Juventus, bu sezon devam ederken onunla dirilişine kaldı yerden devam ediyor şimdi.

O, yıllarca ağzını hiç açmadan, kötü söz etmeden, defansın önünden, forvetin arkasından takımını yönetti, “başbakanlık” yaptı. O, aslında yıllar boyunca aynı futbolu oynadı. Bir futbolcunun kazanabileceği en büyük kupaları kazandı, en güzel golleri attırdı. O, futbolun bir dili olduğunu gösterdi, verdiği her pas onun yönetme biçiminin bir parçasıydı, gerçek bir idareci örneğiydi. Attığı her gol ise gerçek bir mimarlık eseriydi, Rönesans eserlerinde taş çıkaracak kadar güzeldi. Lâkin, şaraptan sıkılmışlar için Pirlo’nun tadına varmak imkansızdı, kadir kıymet bilinmesi için gitmesi gerekiyordu belki de. 10 yıllık formasını yerine asarak gitti. Pirlo, Brescia’da da aynıydı, Juventus’ta da. O futbol için fazla güzel, yönetmek için fazla bonkör, tadına varmak için fazla güzel bir şaraptı… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder