29 Haziran 2013 Cumartesi

Biz bize yeter miyiz?


Türk futbolunda birçok klişe vardır. Ne zaman dile getirilse, doğruluğu tartışılan klişeler… Örneğin “Kadromuz yetersizdi, transfer de yapamadık…” klişesinin arkasına Yılmaz Vural sığınırsa, bu o klişeyi haklı bir söylem hâline getirir. Çünkü Yılmaz Vural’ın çalıştırdığı 27 takımın neredeyse tamamında bir kadro zafiyeti vardır. Fakat, talihsiz klişeler de vardır… Yıllardır her transfer döneminde tekrar tekrar tartışma konusu hâline gelen yabancı sınırlamasına ithafen: “Yabancı sınırlaması kötüdür / Yabancı sınırlaması iyidir…” diye başlayan cümlelerdeki gibi.

Öncelikle bu sınırlamada –eğer varsa, ki olmadığını göreceksiniz- bir mantık varsa, bu mantığın ne olduğunu anlamaya yönelik, bu sınırlamayı savunan tezleri incelememiz gerekiyor. Yabancı sınırlamasının savunulduğu noktalar genellikle şunlar;

1) Sınırlama olmalı, çünkü genç oyuncularımız forma fırsatı bulamıyor.
2) Sınırlama olmalı, çünkü kulüplerimiz yabancı futbolculara çok fazla para ödüyor.
3) Sınırlama olmalı, çünkü Anadolu kulüpleri maddi durumlarından ötürü sıkıntılı duruma düşüyorlar.

Bu “sınırlama yanlısı” tezlerden ilkini ele alacak olursak… Türk Futbol Federasyonu ve futbolu “bilen kişiler” yapılan yeniliklerde örnek alınması gereken yegâne yerin Avrupa olduğundan bahseder. Peki öyleyse, Avrupa’da bu sınırlamayı uygulayan bir ülke var mı? Ya da bu uygulamanın benzerleri bulunuyor mu?

Cevap büyük ölçüde hayır. Ama belki bir nebze benzer uygulamalardan bahsedebiliriz. Örneğin İspanya Ligi’nde, takım kadrosunu futbol federasyonuna gönderirken 25 kişilik kadroya sadece 3 AB dışından futbolcu dahil edebilirsiniz. Aynı şekilde İtalya Ligi’nde, bir yıllık sezon boyunca AB dışından sadece 2 futbolcu transfer edebilirsiniz. Avrupa’nın diğer büyük ligleri olan İngiltere Premier Ligi, Hollanda Ligi (Eredivisie), Fransa Ligi (Ligue 1) ve Almanya Ligi (Bundesliga)’nde böyle bir sınırlama bulunmamakta. Fakat, bu ülkelerin neredeyse hepsi bizden çok daha fazla oyuncu ihraç ediyor. Peki, asıl sebep ne?



Birinci tezi ele almaya devam edersek, Türkiye 2012 sayımlarına göre 75 milyonu aşkın bir nüfusa sahip. Özellikle 2000’lerin başından itibaren oyuncu ihracında önemli bir yere sahip olan Almanya’nın 81 milyon, İspanya’nın ise 47 milyon nüfusu bulunmakta. Ve, Avrupa ülkelerinin bir çoğuna oranla genç nüfus açısından büyük bir kaynağa sahip Türkiye’nin probleminin “demografik” olmadığı açık. Peki, Almanya ve İspanya ne yaptı da, biz eksik yaptık?

Almanya, 2006’da Dünya Kupası’ndan elde ettiği tüm geliri yeni stadyumlara, alt yapı organizasyonlarına ve kadın futboluna harcadı. İspanya ise La Masia’yı “örnek profil” hâline getirerek bir alt yapı sistemi oturttu. Bugün, Almanya Şampiyonlar Ligi Finali’ne 2 takımla birden çıkabiliyor ve İspanya, U-20’ye getirdiği kadrodan sadece 1 oyuncuyu La Masia’dan seçiyor. Peki ya İspanya, U-20 Dünya Kupası kadrosunda en fazla oyuncuyu hangi takımdan seçti? Cevap düşündürücü: Dünyanın en zengin kulübü olan Real Madrid’den!

Böylelikle ilk tezi çürütmüş oluyoruz. Genç futbolcularımızın forma bulamamasının sebebi “yabancı sınırının olması veya olmaması” değil. Aksine, bu sınırı koyan Türkiye Futbol Federasyon’unun, nitelikli genç futbolcular yetiştirmek adına somut adımlar atmaması ve ülkenin büyük çoğunluğunda yetersiz kalan alt yapı organizasyonu.


İkinci teze geçecek olursak… Futbol kulüplerimizin “sanki yabancı futbolculara muhtaçlarmış” gibi onlara çok para ödemesinden yakınan hatırı sayılır bir kesim var. Peki ya yabancı futbolcular gerçekten çok mu pahalı, yoksa biz oturtamadığımız bazı sistemlerden dolayı bu paraları ödemek zorunda mıyız?

İngiltere Premier Ligi, dünyanın en yüksek değerli ligi ve bu ligde istikrarlı olarak kâr eden tek kulüp Arsenal. Peki neden Arsenal kâr ediyor? Aslında cevap basit: “Algıda seçicilik” Arsenal, 1996’dan beri Wenger’le çalışıyor. Başlarda “bizim kriterlerimize göre” oldukça başarılı geçen bu birliktelik, Arsenal’in 2003-04’ sezonundan itibaren şampiyonluk yaşayamamasına rağmen devam ediyor.  Peki, bu birliktelik Türkiye’de olsa ne olurdu? Muhtemelen Wenger, 2005 yılında Arsenal’dan apar topar gönderilirdi. Fakat, taraftarların büyük kısmı Wenger’den memnun. Aynı şekilde kulüp başkanı da… Peki, neden?



Cevap basit ve ilk tezimizi çürüttüğümüz açıklamayla alakalı. Arsenal, olağanüstü bir scout sistemine sahip ve kadronun yaş ortalaması 25 dahi değil. Hiçbir transferlerinde “bütçelerine oranla” olağanüstü paralar harcamıyorlar ve üstüne üstlük aldıkları birçok oyuncuyu kâr ederek satıyorlar. Tıpkı, Porto gibi. Porto, Güney Amerika pazarını scout sistemleriyle harika şekilde kullanıyor. Aynı şekilde kendi ülkelerini de yakından inceleyen bir scout ekibine sahipler. Örnek vermek gerekirse Hulk ve Falcao’nun satışından toplam 102 milyon Euro elde ettiler. Bu iki futbolcunun bonservisine ise toplam 9.5 milyon Euro verdiler.

Son yıllarda Türkiye’ye gelen hiçbir yabancı futbolcu buradan ayrılırken çok daha iyi bir konuma gelerek ya da para kazandırarak ayrılmadı. Bu bizim ekonomik açıdan gücümüzden kaynaklanmıyor.Barcelona Messi’yi kulübe kazandırırken onu aldı, iyileştirdi ve bir yıldız yaptı. Bu bir scoutluk harikasıydı. Bu sorunu “yabancı sınırlamasıyla” çözemezsiniz.

Olayı biraz daha Anadolu kulüpleri özeline indirgeyerek, yabancı sınırlamasını savunan son teze geçecek olursak. İstanbul kulüpleri ile Anadolu arasında büyük bir ekonomik fark olduğu, bu sebeple yabancı sınırlamasının bu farkı dengelediği söyleniyor. Halbuki, bir önceki tezimizde başarılı bir transferin, yüksek meblalarla gerçekleşmek zorunda olmadığını gördük. Anadolu kulüplerinin problemi de buna benziyor.

Anadolu’da, “Kaka’yı alacaktık beğenmedik… Ronaldinho kapımızdan döndü…” hikâyeleri çoktur.  Fakat doğrusunu söylemek gerekirse dış transferde belli başlı bir organizasyonları yok ve yeterince izlemeden bir futbolcuya 2.5 – 3 milyon Euro gibi ciddi meblalar verip daha sonra onlardan verim alamamaları, ekonomik açıdan “güçsüz” olmalarından kaynaklanmıyor. Zaten önemli olan 4 milyon Euro harcamak değil, Falcao’yu keşfedebilmek. Olayın bu noktasında, kelimenin tam anlamıyla beceriksizlik abidesiyiz.

İstanbul kulüpleri, transferdeki başarısızlıklarını “o kadar da iyi olmayan” oyunculara, yüksek meblalar vererek kapatıyor. Bu da scout ekiplerindeki eksikliklerini, kısa vadede çözmelerine yarıyor. Gerçekten de bu tez, bu noktada doğru. Anadolu kulüpleri hatalarını örtmek için Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş gibi ekonomik güce sahip değiller. Fakat, bu bir bahane değil. Zira, rakip Arsenal, Chelsea, Manchester United ve Manchester City iken Everton’ın da “olağanüstü” bir ekonomik gücü yok.




David Moyes ve Everton bunun farkındaydı. Bunu çözmek için pek rastlamadığımız ama oldukça akıllıca bir çözüme başvurdular. Everton, Sports Interactive ve SEGA firmalarıyla anlaşmalar yaparak Football Manager oyununun alt yapısını kullandı. Bu onlara, yüzlerce genç oyuncu için harika bir veri tabanı sunuyordu. Sonuç olarak Everton, gerçekten de kısıtlı ekonomik imkanlarıyla büyük transfer hamlelerine imza attı. Rooney, Cahill, Fellaini, Baines, Jelavic gibi transferlerle harika bir kemik kadro kurdular ve bu saydığımız futbolculardan Rooney genç yaşında Manchester United’ın yolunu tutarken, daha sonradan kulübe katılan diğerleri de yakın zamanda Everton’a büyük bir kaynak sağlayacak. Tıpkı alt yapıdan yetişen ve 15 milyon Pound'a Manchester City'e satılan Jack Rodwell gibi.

Ekonomik seviye açısından farklılık, dünya futbolunda çözülmesi imkansız olan fakat varlığı da gerekli olan bir problem. Simon Kuper, “Futbolun Şifreleri” kitabında, tüm kulüplerin eşit bütçeye sahip olduğu NFL’den ziyade EPL’nin neden cezp edici olduğunu savunurken güç farkından doğan “romantik taraftar profiline” ve stadyum gelirlerine değinir. Yani bu fark, futbolun devamlılığı açısından kritiktir ve bununla yaşamalısınız.

Bu sebeplerden ötürü “yabancı sınırlaması” size bütçe konusunda da bir eşitlik sağlamadığı gibi, elinizi daraltır. Zira eğer kulüplerimiz doğru scout ekiplerine sahip olsalardı, az paraya kuracakları kemik kadrolarını diledikleri futbolcu ile güçlendirebilirlerdi. Anadolu’yla İstanbul arasındaki güç seviyesi sanılanın aksine yabancı sınırından değil, futbolumuzun temelindeki eksikliklerden kaynaklanıyor.

 Sonuç olarak, Türkiye Avrupa ülkelerine nazaran oldukça avantajlı bir nüfus niteliğine sahip. Genç nüfus oranı, Avrupa’nın diğer hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar yüksek değil. Ve, yakındığımız problemlerin çözüm yolu kesinlikle “yabancı sınırlaması” değil.

Bir Türk kulübünü ekonomik açıdan zayıflatan, genç Türk futbolcusunu niteliksiz kılan ve kendi içinde bu kadar büyük güç farkı olan bir ligi oluşturan yine kendimiziz. “Yabancı sınırlaması” 100 yıl boyunca devam etse de, yukarıdaki 3 soruna doğru çözümü bulamayacağız. Çünkü, sorunun kaynağının farkında değiliz. Arsenal, ilk 11’inde İngiliz futbolcu olmadan Premier Lig maçlarına çıkmıştı. Türkiye’de olsa, şampiyon olabilecek bir kadroya sahipler. Fakat Türkiye’de olamazlar, çünkü yabancı sınırına uymuyorlar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder