11 Nisan 2013 Perşembe

Dünyanın en iyi öğrencisi: Jose Mourinho


2 kez Şampiyonlar Ligi'ni kazanmış, Portekiz, İngiltere ve İspanya'da şampiyonluklar yaşamış bir teknik direktöre "öğrenci" demek, hiç şüphesiz ilk bakışta ona hakaret, bana da deli dedirtecek kadar kulağa saçma geliyor. Fakat, kimilerine göre dünyanın en iyilerinden biri, kimilerine göre ise dünyanın en iyisi olan 
Jose Mourinho, "dünyanın en iyi öğrencisi" sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Peki ya neden?


Jose Mourinho, dünyanın en iyi öğrencisi çünkü...

1) Sahanın daima kulübeye yakın tarafındaydı
Mourinho, teknik direktörlük kariyerinin yanında oldukça vasat bir futbolculuk kariyerine sahip. 7 yıl devam ettiği kariyeri boyunca Portekiz'in dışına dahi çıkmayan Mourinho, sadece 94 maçta forma giymişti. Fakat, bu ona muazzam bir gözlem imkanı sağladı. Çünkü psikolojik olarak futbol oynamak istemeyen bir futbolcudan sahada verim almanız imkansızdır. Mourinho bunun farkındaydı, çünkü bu tezin en gerçekçi örneği oydu. Belki, kariyeri boyunca en profesyonel liglerde, en görkemli şampiyonlukları kazanmadı fakat sahanın yeşil kenarından, kulübeye geçene kadar geçirdiği süre içerisinde, kariyeri boyunca onu özel kılan en önemli değere sahip oldu: iletişim.

2) Harika öğretmenlerle çalışma fırsatı kazandı
















Futbolculuk hayatını noktaladıktan sonra Mourinho'nun kulübeye ilk adımı, tercümanlığını yaptığı Bobby Robson'ın yanında gerçekleşti. Onunla birlikte Portekiz ve İspanya'da çalıştıktan sonra, Barcelona'da Louis van Gaal ile çalışma fırsatına sahip oldu. Mourinho'dan haz etmeyen önemli bir kesim, onun kariyerinin bu yıllarına nazire ederek ona daima "tercüman" yakıştırmasında bulundu ama, Mourinho taktik tahtasına dair öğrendiği en önemli şeyleri, bu adamların yanındayken kazandı. Çünkü Robson ve van Gaal, dönemlerinin çok daha ötesinde bir futbol görüşüne sahipti ve kariyerinin bu yıllarında, tıpkı Abraham Lincoln'ün hayatı boyunca tuttuğu günlük gibi, kariyeri boyunca yaşadığı her şeyi not alacağı dostuyla, -belki de tek dostuyla!- bu yıllarda tanıştı: 
meşhur not defteriyle.


3) Çaylaklık dönemi için harika bir adrese sahipti: Porto
Bobby Robson ile birlikte geçtiği yollardan, bu sefer kendi ayaklarının üzerinde durarak tek tek geçmesi gerekiyordu belki de. Çünkü, başından beri sahip olduğu ideallere yönelik doğru adımları atmanın tek yolu da buydu. Mourinho, bu bağlamda kariyerinin ilk başarılarını tattığı Porto'da, en büyük tecrübelerini edindi. Portekiz futbolu, kanat akınlarına dayalı, açık bir futboldu. Nitekim Porto da, bu oyunu oynuyordu. Fakat, bu oyun Avrupa'da kazanmaya yetmeyecek kadar büyük savunma açıkları veriyordu. Mourinho, kariyerinin ilk sınavını da işte tam bu noktada verdi: Harika savunma, nasıl hücumla aynı anda yapılırdı? Cevap basitti: kontra-atak! 

4) İngiltere'de en önemli dersi öğrendi: "Kendini asla tekrar etme!"
Chelsea'ye geçişi, hiç şüphesiz çok büyük bir sınavdı. Zira Abramovich takıma büyük yatırımlar yapmıştı ve büyük yatırımlar, en çok da antrenörlerin omuzlarında baskı demekti. Peki, bu baskı nasıl aşılabilirdi? Mourinho, kendine has kontra-atak oyununu, kendi yarı alanında topa sahip olarak, oyuna pozisyon anlamında üstünlük sağlayan takımı yaratarak geliştirdi. Chelsea, harika bir hücum takımıyken, aynı zamanda savunmada da dirençliydi. Mourinho'nun İngiltere'deki ilk ve kariyerindeki son hatası, gelen şampiyonlukların ardından kendisine duyduğu öz güven, oyununu sorgulamayacak kadar ileri gitmişti. Öyle ki, Mourinho kusursuz olduğunu düşündüğü oyununu hiç sorgulamadan devam etmeye çalıştı. Sonuç hüsrandı. Ama hiçbir öğrenci, hata yapmadan doğruyu öğrenemezdi.

5) "Tercüman" değil, psikolog
Futbol, dünya üzerinde en fazla değişkene sahip oyundu. Bu noktada, en kusursuz takım, sadece taktik tahtasında sağlanamazdı. Dünyanın en iyi oyuncularına sahip Madrid bile yeniliyorsa, bunun bir sebebi olmalıydı. O da, "sadece futbol bilen, hiçbir şey bilmez" mantığıyla yola çıkarak, bir antrenörden öte, bir psikolog olmanın önemini fark etti. Bu kesinlikle, diğer öğrencilere karşı onu öne geçirecek o eleme sorularından biriydi, Mourinho bu sınavı da başarıyla verdi. Inter'den ayrılırken, Materazzi arkasından göz yaşları döktü, Fatih Terim ile sarılıp öpüşmesi, büyük bir içtenlik örneğiydi,  gol sevincini daima futbolcularıyla yaşadı, her zaman yüksek bir egoya ve aynı zamanda oyun içinde büyük bir tevazuya sahip oldu. Belki de bu yüzden, dışarıdan onu gören herkes şişkin bir egoya sahip olduğunu düşünürken, onunla aynı soyunma odasını paylaşmış tüm futbolcular, ona hayranlık besledi. Çünkü Mourinho, futbol oynamaktan nefret ediyordu ve eğer kendisi gibi hisseden bir futbolcuya sahipse, başarısız olacağını biliyordu. Bu yüzden oyuncularına futbolu öğretmedi, onlara futbolu sevdirdi. 

6) Daima kusursuzu yaratmak için çalıştı, çalışıyor
İletişim kozundan sonra, Mourinho'yu özel kılan en önemli etken, henüz 50 yaşında kazanılabilecek tüm kupaları kazanmasına rağmen, daima daha iyiyi kovalaması, mükemmeli araması. Bu, insanın sahip olduğu egoyu doğru biçimde kullanmasının belki de en önemli örneği. Öyle ki, Mourinho 2. sezonunda Madrid'de rekorlar kıran, kusursuz bir takım yaratmasına karşın, Barcelona'yı yenememeyi daima büyük bir sorun olarak gördü. Ve sonunda, belki de ona bir sezon kaybettirecek olsa da, Barcelona'nın yenilmez gözüken oyununa karşı ezici üstünlük kuran bir taktik yaratmayı başardı. Peki ya, bu taktik neydi?

7) Son olarak: Kusursuzu yenen bir taktik yarattı
Barcelona, inanılmaz pas yüzdesine sahip, yaratıcılığı belki de bilim insanlarıyla kıyaslanabilecek futbolculara sahip. Mourinho, önce onlara karşı açık bir oyun oynamaya çalıştı, sonuç elbette ki hüsrandı, Mourinho 5-0 mağlup olmuştu. Ama insanoğlunun elini attığı her işte bir eksik olduğu gibi, Mourinho rakibinin de eksiğini fark etmişti. Barcelona, hiçbir zaman uzaktan şut denemeye yanaşmadığı için, savunma gücü yüksek ve kapanan takımlara karşı savunma kilidini açmak için bazen 90 dakika çabalıyordu. Bu, Chelsea karşısında elenmelerine neden olacak kadar büyük bir problemdi. Mourinho da, buna göre bir takım yaratmaya çalıştı. Önce, Pepe'yi orta alana çekerek, sert bir orta saha düzeniyle mücadele etmeyi düşündü fakat, bu sadece sertlik olarak kaldı. Daha sonra ise, kusursuz olanı takım savunmasını ileri düzeye taşıyarak yarattı. Tıpkı, Porto'da üstlendiği görev gibi, Mourinho Ronaldo'yu dahi dahil ettiği takım savunmasını o kadar düzenli kurguladı ki, bu sıradan bir takımın açamayacağı kadar sertti. Sıradan olmayan takımların ise büyük zamanını alıyordu. Sonuç olarak Mou, savunmadan atağa rekor kıracak kadar hızlı çıkan bir kontra-atak takımı yaratarak, El Clasico'da üstünlüğü kendi yanına çekti. 

Şimdilik Mourinho'nun Madrid'de kalan tek görevi, Şampiyonlar Ligi gibi gözüküyor. Zaten, onu almadan da ayrılmayacaktır. Ve o yaşadığı sürece, onun yarattığı taktiğin çözülmesi, imkansız gibi duruyor. Çünkü, "dünyanın en iyi öğrencisi" Mourinho, çalışmaya ve öğrenmeye hâlâ devam ediyor. Kimileri ona tercüman, kimileri "seçilmiş adam", kimileri ise bir egomanyak demeyi seçiyor. Ben, Mourinho'yu "dünyanın en iyi öğrencisi" olarak görüyorum. Çalışmaya daima devam eden, daima kazanacak bir şey bulan, azimli bir öğrenci...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder